7 Ekim’den sonraki dünya
7 Ekim operasyonuyla Hamas her şeyden önce Filistin davasının bu oldubittiye getirmeyle bitmiş olamayacağını gösterdi.
Yasin Aktay / Yeni Şafak
7 Ekim’i tarihte olmuş başka herhangi bir olayla karşılaştırmanın bir anlamı yok. Ne 1973’te gerçekleşen ve Araplara bir zafer avuntusu bırakan ve onun üzerinden bir tür İsrail merkezli statükonun kurulduğu 6 Gün Savaşı ne 11 Eylül ne de başka bir olay. Hamas’ın 75 yıldır İsrail’in arkasında sürekli medeni dünyanın koşulsuz ve imtiyazlı desteğini alarak sürdürdüğü işgale karşı yürütülen direniş tarihinin içinde de 7 Ekim kendine özgü bir olay. Hem Filistinlilerin sergiledikleri aksiyoner direnişleri açısından hem de bu aksiyonun sergilendiği tarihi-siyasi bağlam açısından ve hem de tabii ki yol açtığı-açacağı etkiler bakımından.
Filistinliler şimdiye kadar direnişlerini reaksiyon düzeyinde tutuyorlardı, bu malum. 7 Ekim’de belki ilk defa bu düzeyde bir aksiyon alarak soykırımcı işgal güçlerine karşı bir saldırı düzenlediler. Şimdiye kadar sürekli saldırılara karşı salt savunma tepkileri sergiliyor oldukları halde terörist olarak nitelenmekten kurtulamıyorlardı zaten. Bir de gerçekten ilk defa aksiyon alan taraf olarak kendilerini terörist olarak niteleyenlerin sözlerinin hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Daha doğrusu değişen bir şey olmayacaktır. Bu sefer vahşetinin, insanlık suçlarının çıtasını her seferinde yükselterek devam eden İsrail ucuz ve pespaye terör mağduru rolünü daha fazla oynayacak dünyaya kendini yarım yamalak dramlar içinde acındırmaya çalışacaktır. Kendini acındırdıkça daha fazla saldırma bahanesi ürettiğini düşünecek ve katliamlarına kaldığı yerden devam edecektir.
İlk bakışta değişen bir şey olmayacak gibi görünüyor. İsrail eskiden de soba borularından çıkma Hamas roketlerini bahane ederek saldırıyordu, Gazzeliler ölüyordu, dünya da izliyordu. Ama bu sefer bir şeyler değişik gidiyor. İsrail’in saldırganlık kapasitesindeki artışın işaret ettiği şey onun akıl-strateji-güç ve bu gücün kullanımı konusunda kontrolünü kaybetmiş olduğudur. Malum, kontrolsüz güç güç değildir. İsrail’in uyguladığı kontrolsüz güç tam da Hamas’ın herkesin anlamakta ve yorumlamakta zorlandığı bu zamanlamayla bu inisiyatifinin hedefini ne kadar bulmuş olduğunu gösteriyor.
Açıkçası toplamda 7 Ekim’in uluslararası ilişkiler bağlamına bakıldığında Kudüs, Gazze, Mescid-i Aksa ve Filistin davasının liderliğini üstlenmiş olan Hamas’ın bu saatten sonra inkârı güç kazanımlar elde etmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Her şeyden önce Arap ülkelerinin çoğunun İsrail’in merkezinde olduğu bir uluslararası düzene teslim oldukları bir durumdaydık. İsrail-merkezîliğine dayalı bir Ortadoğu düzenine bir tür biat anlamına gelen “normalleşme” süreci bir paradigma olarak kanıksanmaya başlamıştı. Bunun anlamı İsrail işgali altındaki Kudüs’ün topyekûn ilhakının “normal” kabul edilmesiydi. İsrail’in Mescid-i Aksa’nın altını kazıyarak zamanla Müslüman mukaddesatını ihlallerinin İsrail’in “normal” bir hakkı olarak kabul edilmesi ve ona artık itiraz edilmeyecek olmasıydı. Zaten bu mescidin kutsallığı nereden geliyordu ki? İsra Suresi mi dediniz? Orada bahsedilenin bu Mescid olduğu nereden malum? Öyle olmadığını ispatlayacak ilahiyatçılarımız.
ne güne duruyor?
İsrail’in 17 yıldır sürdürdüğü Gazze muhasarasına da artık itiraz edilmeyecek, hiçbir zeminde dile getirilmeyecek, 2 buçuk milyonluk Gazze halkı pes edinceye kadar İsrail’in insafına terki de normal kabul edilecekti. Zaten Gazze halkı da bu çaresiz ve hiçbir yere varmayan direnişini boşu boşuna sürdürüyor değil miydi? Direnişi bırakıp teslim olması ve herkese bir rahat yüzü vermesi gerekirken yaptığı sadece boş bir inat gibi görünüyordu artık.
Açıkçası Filistin davasının bütün dünyaya adeta bıkkınlık verdiği ve giderek herkesin İsrail’i haklı görmeye yüz tuttuğu rüzgarlar esiyordu. Tabii ki bu rüzgarlar İsrail’in ve hamileri ABD ve Avrupa’nın yıllardır medyalarıyla, siyasetleriyle, entrikalarıyla estirmeye çalıştıkları rüzgârlardı.
7 Ekim operasyonuyla Hamas her şeyden önce Filistin davasının bu oldubittiye getirmeyle bitmiş olamayacağını gösterdi. Orada hâlâ bir yüzyıla yetecek kadar korkunç bir ihlalin, adım adım izlenen bir soykırımın, Müslüman mukaddesatının ihlalinin, başka dinlere zerre tahammülü olmayan bağnaz bir dinci yönetimin ve daha önemlisi Siyonist işgal planları asla Filistin’le bitmeyecek, bölge ülkelerine de zamanla sirayet edecek bir düşmanlığın var olduğunu gösterdi. Böylece Filistin davasının sadece Filistin’i değil bütün Ortadoğu’nun ve aslında bütün dünya barışının güvenliğini tehdit eden faşist bir zihniyete karşı bir uyarıcı olduğunu gösterdi. İsrail’in gerçek yüzünü bütün dünyaya tekrar gösterme fırsatı bulmakla kalmadı, onu şimdiye kadar allayıp pullayanların niyetlerinin, tezgahlarının ve gerçeklerinin en iğrenç şekilleriyle görünmesini sağladı.
Bugün İsrail’in soykırım pratiğinin medeni dünyadan gördüğü tolerans, hatta teşviki modern dünyada bize anlatılan hümanist, ilerici, demokratik, özgürlükçü Batı medeniyeti anlatısını yıkıyor, yerle bir ediyor.
Batılılar için insan hakları sadece kendi tipolojilerindeki insanların haklarıdır. Geriye kalanlar zaten insan bile sayılmıyorlar. İsrailli Savunma Bakanı’nın Filistinlileri tavsifi ve ona karşı sergilenen Batılı suskunluk bu düşüncenin ikrarı ve itirafı gibi.
7 Ekim’den itibaren unutulmaya yüz tutmuş Filistin, Mescid-i Aksa, Kudüs tekrar bütün dünyanın en önemli meselesi haline geldi. Bu saldırganlık ve yok sayılma karşısında bütün İslam dünyasında, devletler düzeyinde bile bir dayanışma, yardımlaşma, yakınlaşma baskısı şimdi ciddi oluşumların habercisidir. Halklar zaten bu saldırganlık karşısında tek yürek tek ümmet olma gerçeğini hissediyorlar, ama Batı’nın İsrail’le dayanışma içinde birleşmesi İslam dünyasında da bir dayanışma ve birleşme arzusunu canlandırdı. ABD’nin bütün Müslüman halkları ve ülkeleri yok sayan İsrail kayırmacılığından bütün İslam ülkelerinin bir aşağılanma ve dışlanma hissetmemeleri mümkün değil. Bu dışlanma ve aşağılanma yeni kamplaşma arayışlarını kaçınılmaz olarak harekete geçiriyor.
Ayrıca 7 Ekim’in hiç kimsenin hesaba katmadığı bir başka sosyolojik sonucu oluyor: Dünyada kaçınılmazcasına sekülerleşmeye doğru akan rüzgârı tersine çeviriyor. Bütün sekülerlik iddialarına rağmen İsrail ile dayanışan ABD ve Avrupa’nın kendi sapkın yorumlarıyla da olsa düpedüz Kitab-ı Mukaddes’in dünyasında hiç taviz vermeden yaşadıkları görülüyor.
Kitaplarına en ufak bir tarihselci müdahaleyi kondurmadan yaşadığımız dünyaya empoze ediyorlar. Kaçınılmaz olarak ona karşı da Müslüman dünyada dini bir tepki oluşmaktadır. Dinde ve Kitapta birleşen İsrail’e karşı Müslümanlar da kendi Kitaplarının zamanına ve tarihine dönmektedirler.
Elbette Müslümanların Kitabında, her şeye rağmen, bütün insanlara yetecek, bütün insanların hakkını ve hukukunu gözeten bir dostluk politikası farkıyla.
HABERE YORUM KAT