1. YAZARLAR

  2. MUSTAFA ÖZCAN

  3. 7 aptal 3 budala
MUSTAFA ÖZCAN

MUSTAFA ÖZCAN

Yazarın Tüm Yazıları >

7 aptal 3 budala

08 Temmuz 2010 Perşembe 09:51A+A-

Mavi Marmara’nın renkli simalarından birisi Trabzonlu Süleyman Özcan Beydi.

İsrailli komandolar baskın yaptığında ve sonrasında işinin başındaydı. Geminin takım ve personelindendi. Güverteden indirildiğimizde yanımızda bulduk ve tanıştık. Korsanların işini zorlaştırmak amacıyla olsa gerek baskın sonrasında geminin mekanizmasıyla oynayarak seyrini yavaşlatmışlar. Kendileri açısından onlar da bu icraatlarıyla direnişe katılmışlardı. Grev diliyle söyleyecek olursak iş yavaşlatması yapmışlardı. Aşdod’a doğru giderken ve esir alınışımızdan saatler sonra Süleyman Özcan Bey bizlere hâlâ kameraların çalıştığını ve askerlerin gizli kameraları keşfedemediğini söylüyordu. Sonrasında kameraların hepsine ulaşmışlar ve sökerek bazılarını güverteye, bazılarını da denize atmışlardı. Bazen İsrail askerlerinin kaba muamelesine maruz kalıyorduk. Bunlardan birisinde Üsama adlı İngiltere’de yaşayan ve Arap televizyon kanallarına açıklamalar yapan arkadaşı yakalamışlar ve arkasından itiyorlardı. Adeta sürüklüyorlardı. Ekranlarda daha önce gördüklerimizi gemide de fiilen yaşıyorduk. Ona ne yapacaklarını bilemiyorduk. Adına endişelenmiştik. Zira O’Keefe gibi geminin en heyecanlı ve yerinde duramayan şahsiyetlerinden birisiydi. Çok hareketli ve cevval yani yerinde duramayan bir kişiliği vardı. Geldikten sora bizi taşıyan uçak filosuyla birlikte onun da bizimle döndüğünü öğrendik ve sevindik. Bu arada vakit namazlarımızı titizlikle muhafazaya çalışıyorduk. İsrail askerlerinin izin verdiği oranda abdest alıyor ve namazlarımızı kılıyorduk. Adamlar her şeyi bir merasim haline getirmişlerdi. Süleyman Özcan Bey ile seyahat ediyorduk, lakin onun ve tayfaların yaptığı bir işten dolayı da Aşdod limanına bir türlü ulaşamıyorduk. Bununla birlikte en azından durumumuz güvertedekinden daha iyiydi. En azından bazılarımızın elleri kelepçeden kurtulmuştu. Koltuklarda oturuyor ve yiyecek ve içeçek bulabiliyorduk. İsrail askerleri suyumuz tükendiğinde bize içtikleri sulardan vermek istediler lakin onların artıklarını içmedik.
¥
Bu arada çeşitli söylentiler yayılıyordu ve İsraillilerin bize takdim edeceği hiçbir belgeyi imzalamamamız isteniyordu. Hanan Zubi de devreye giriyor ve bazen aydınlatıcı açıklamalarda bulunuyordu. Derken bir ara devir teslim oldu ve İsrail İçişleri Bakanlığına bağlı ‘havaceler’ bizi bilgilendirmek üzere gemiye binmişlerdi. ‘Havace’ Arap dünyasında ve bilhassa Mısır ve Sudan’da yabancı ecnebi ve gavur demektir. Bazen renk farkından dolayı Müslümanlara da havace dedikleri oluyordu. İçişleri Bakanlığı mensupları gözümde Afrika’daki yabancıları andırıyordu. Galiba onlar da bizi Afrika yerlileri yerine koymuşlardı. Bilgilendiriyor ve irşat ediyorlardı. Üç kişilerdi. Bez şapka ve tişört giymişlerdi. Hepsi de şapka ve aynı tarz tişörtler giyince Zempla adlı resimli romandaki Afrika’daki Avrupa tiplemeleri aklıma geldi. Zekamızla mı dalga geçiyorlardı yoksa kendilerini komik duruma mı sokuyorlardı? Dolayısıyla aklıma onlarla ilgili ilk gelen ifade ‘üç budala’ oldu. Şeflerini de kattığımızda ‘7 aptal ile 3 budala’ ediyorlardı. İsrail’in yedi kişilik güvenlik veya iç kabinesi de saldırı emrini vererek aslında aptallığını ispat etmişti. Dolayısıyla bu durumda 7 aptal ile 3 budalanın elinde esir vaziyetindeydik. Üç havace bize ayrı dillerde açıklamalarda bulundular. Aralarından birisi Arapça, diğeri İngilizce ve üçüncüsü de Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşan elindeki yazılı evrakı okudu. Sonra sorular faslına geçildi. Aslında bunlar bize gösteri yapıyor ve İsrail’in gücünü ve sofistike yapısını göstermeye çalışıyorlardı. Ancak yaptıkları en azından benim gibiler nezdinde ters tepiyor ve ters etki meydana getiriyordu. Zaten konuşmalarıyla biraz sonra karşılaşacağımız icraatlar birbirini tekzip etti. Doğrudan havaalanına götürüleceğimiz ve bize bir şey imzalatmayacaklarını söylüyorlardı. Yaşadıklarımız onları tekzip etti.
¥
İçişleri Bakanlığı mensuplarının açıklamalarının akabinde zaten Aşdod Limanına varmış bulunuyorduk. Gemiden liman fark ediliyordu. Dışarıda bizi karşılayan bazı göstericiler de vardı ve bu göstericilerin niye geldiğini bilmiyorduk. Lehte mi yoksa aleyhte miydiler? Meğer o sıralarda Türkiye’de de halk ve yakınlarımız Aşdod Limanına ulaşmamızı an be an ve adım adım izliyormuş. Bununla birlikte, Aşdod’a ulaştık ama karaya çıkacağız ve bu da zaman alıyor. Saatler saatleri izliyor. Yine işkence faslı başlıyor ve ellerimizi kollarımızı bağlıyorlar. Hatta bu defa kayışımızı da aldılar. Bazılarımızın pantolonları bol olduğundan dolayı pantolonları düşüyor ve bağlı ellerimizle pantolonları yukarıya çekmeye çalışıyoruz. Yine birer ikişer aşağıya indiriyorlar. İyi ki gözlerimizi bağlamıyorlar. Kendi gözlerini bağladıklarından dolayı bizim gözlerimizi bağlayamıyorlar. Bir yönüyle aslında maskeli İsrail askerleri de tanınmamak için bizim yerimize kısmen işkence çekmiş oldular. Bu korku işkencesi olsa gerek. Gemiden inme aheste aheste gerçekleşiyor. Aşağıya iniyoruz askerler yön gösteriyor ve gemiden inerken fotoğraflarımız çekiliyor. Bizim için hazırlanan çadırlarda sorguya alınıyoruz. İsrail’e göre gemide direniş olmasaydı belki de bizi bu çadırlarda ‘ağırladıktan’ sonra transfer edeceklerdi. Lakin indirme, bindirmelerinin kanlı olması bize yaklaşım tarzlarını da değiştirmiş ve sertleştirmiştir. Dolayısıyla çadır yerine cezaevine gidecektik.

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT