68 Türkiye'de yaşanmadı ki...
Türkiye'de, 68 Mayısı'nın yaşanması gibi 40. yıldönümünde hatırlanması da farklı - “kendine özgü” dersek daha doğru olur herhalde- oldu.
68'in 30. yıldönümünde Birikim'in yayımladığı özel sayıda yer alan ”68 Türkiye'de yaşanmadı” başlıklı yazımda da söylediğim gibi bu büyük olayın bizim “68” diye bildiklerimizle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bugün ekranları ve gazeteleri dolduran tartışmalardan da şu anlaşılıyor: Büyük olayı bırakın “yaşamayı”, doğru dürüst hatırlamayı da beceremiyoruz.
Yani işin özeti, 68 Mayısı ülkemiz-toplumumuz açısından, henüz yaşanmadığı için -kısmet ise- hâlâ bir biçimde yaşanmayı bekleyen bir olay-olgudur.
Araştırmadım - merak da etmiyorum doğrusu- ama, 68'in “darbeci-ergenokoncu” bağlamında tartışıldığı bir başka ülke bulmak zordur herhalde.
Toplumlara yeni ufuklar açan, baştan sona antiotoriter bir ruhla donanmış, “iktidarı almadan dünyayı değiştirmek” (John Holloway) isteyen, “devrim yapmadan devrimci hayal gücünü sahneye koyan”, “büyük akşam” gibi bir takıntısı olmayan o büyük sosyal hareket; “sözü özgürleştiren”, “donmuş bir politik projesi olmadan yerleşik politikanın demir parmaklıklarını zorlayan”, hemen bütün kurumları neredeyse yeniden yapılandıran o büyük “esrarlı” ütopya...
Bırakan 1968'i 40 yıl sonrasına, yani bugüne bakın: Böyle bir rüzgârın geçtiğine dair en ufak bir emare görüyor musunuz etrafınızda?
Neydi bu büyük olay sahiden?
Zamanında (ve sonrasında da) söylediği gibi komünistlerin ve goşistlerin bir “komplosu” mu?
Bir “gençlik isyanı” , “üniversite krizi” mi?
Batı uygarlığının radikal bir eleştirisi mi?
Sınıf çatışmasının yeni bir tipi mi?
Yoksa bir “toplumsal çatışma”, hatta “politik bir kriz” mi?
On yıl önceki yazımda da hatırlatmıştım herhalde: 68 Mayısı'nda batı Avrupa ülkeleri ekonomik alanda hayatlarının en müreffeh yıllarını yaşıyordu. Savaş sonrasının “görkemli otuz yılı” olarak anılan bu dönem, yüksek büyüme hızı, neredeyse yok denebilecek işsizlik oranı (68 Fransası'nda işsiz sayısı 300 binden azdı diyorlar), hayat seviyesinin-tüketim alışkanlıklarının hızla yükseldiği yıllardı.
68'in “esrarı” önemli ölçüde ekonomik göstergelerin bu son derece iyimser halinden de kaynaklanmaktadır. “Tüketim toplumu” olarak adlandırılan bir “hayat tarzı”nın batı Avrupa toplumlarını hızla içine çektiği bir hal yani. Bir bakıma “yokluk”ta değil de “bolluk”ta patlak veren bir “başka devrim”. “Eski Rejim”i bu kere özellikle kültür-zihniyet açısından tasviye eden bir hareket.
68 Mayısı'nın “orijinali” ile “Türkiye baskısı”nın karşılaştırılması neredeyse imkansız; bu yüzden karıştırılmaması gerekiyor. 68'in orijinali sadece “Batı demokrasileri”nin politik ve sosyal iddialarına ver yansın etmiyordu; 68 yılı başından itibaren Prag'da yaşananların bir kere daha işaret ettiği gibi “Marxism-Leninizm”in totaliter yüzünü de ifşa ediyordu. Hem de bu “politika”nın batı Avrupa içindeki şubeleri olan komünist partileri de karşısına alarak. Hareketin bu “tarafsızlığı”nı ya da otonomisini başta Troçkistler olmak üzere bütün sol gruplar karşısında koruduğunu da hatırlayalım.
Oysa 68'in “Türkiye baskısı”, “68 olayları” dolayısıyla “Marxism-Leninizm” ile yeni tanışıyordu...
Peki neden? Türkiye'deki 68'lilerin batı Avrupa'daki yaşıtlarından çok dana “Marxist-Leninist” olmalarından mı?
Hiç de değil; iki 68 arasında meselenin temeline ilişkin bu büyük fark, tabii ki, Türkiye'nin politik kültür başta olmak üzere kültürel bakımdan geri bırakılmışlığından kaynaklanıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özgürlükleri elinden alınmış toplum, sonradan araya “soğuk savaş”ın “anti-komünizm” merkezli politik-hukuksal-ideolojik ateşine de maruz kalınca bir türlü yetişkin yaşa ulaşamamış, deyim yerinde ise “çaresiz” kalmıştı.
Demek ki bir toplum için “özgürlükler”in tanınmasının faydasını ve yasaklanmasının zararlarını 68 kuşağımız söz konusu olunca da görüyoruz. “Marxism-Leninizm” söz konusu olduğunda da toplumu sadece bir takım ilkel “anti-komünist” broşürlerle baş başa bırakırsanız, gün gelir bu alanın “keşfi” de beraberinde bugün “Hatırla Sevgili”de karşımıza çıkan bin türlü hatayı, yanlışı, yanılgıyı, çaresizliği ve acıyı çıkarır...
Oysa ben adım gibi eminim ki, eğer Türkiye 68 yılında Sovyetler başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında neler olup bittiğinin özgürce tartışıldığı bir ülke olsa idi, “bireysellik” bu sonradan büyük bir heyecanla “keşfedilen” ideolojiler karşısında da sorgulayıcı olacak, ülke 70 sonrası gelişen ve bugün bile varlığını sürdüren bir gençlik kavgasına sahne olmayacaktı. Dolayısıyla bu işteki “günah” da asıl olarak toplumun gelişmesine, yetişkin olmasına izin vermeyen “Devlet”in omuzlarındadır.
İsterseniz, 68'in Türkiye'de de “orijinal” haliyle yaşanması halinde ortaya ne tür manzaralar çıkabileceğine dair bir iki tahminde de bulunalım:
Her şeyden önce, 68 kuşağı, ülkenin üzerine çökmüş olan “resmi ideoloji”yi inanılmaz yaratıcılıkta “duvar yazıları” ile kim bilir ne hale sokardı... De Gaulle'ün otoriterliğine dayanamayan bir 68 Mayısı'nın bu alandaki “devrimciliği” muhakkak ki muhteşem olacaktı. Ve tabii arkasından ülkedeki “kuvvetler ayrımı”nın -yine benzer “duvar yazıları” ile- analizi gelecekti... Sonra -68'in bir şehir hareketi olması bakımından- sıra belki de “fabrikalar”a filan gelecekti. (Unutmayın, kırmak-dökmek için değil; eğlenceli biçimde ifşa etmek için!) Sonra diğer başta “Okul” olmak üzere diğer kurumlar.... Sonra da tabii ki, 27 Mayıs çok gerilerde kalmadığı için malum fasıl...
Ama söylediğim gibi; bu “orijinal” 68'i kaçırdık, çünkü dünyanın epeydir tanıyıp, hakkında karara vardığı bir takım “politikalar” ile ancak -maalesef- yeni tanıştığımızdan bu “eğlenceli” ve topluma ufuk açıcı işler aklımıza gelemezdi zaten.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT