555 kere fethedilmekten yorgun İstanbul
Coğrafi konumunun sağladığı avantajlarla ticari, askerî, yönetsel bakımdan stratejik öneme sahip olan Konstantinopolis, 2 bin yıllık tarihi boyunca defalarca kuşatılmıştı. İlk kuşatmalar 4. ve 5. yüzyıllarda Hunlar tarafından yapıldı. 6. ve 7. yüzyıllardaki Avar ve Arap saldırılarını savuşturan şehir, 9. ve 10 yüzyıllarda Bulgarlar’ın, Ruslar’ın ve Macarlar’ın saldırısına uğradı. Osmanlılar şehri ilk kez 1340 yılında kuşatmışlar, bunu 1394-1402 arasındaki ve 1422’deki başarısız kuşatmalar izlemişti. 200 bin kişilik Osmanlı ordusu 1453’te şehri kuşattığında nüfusu 50 bin civarında olan şehir her açıdan çok zayıflamıştı ama 200 bin kişilik Osmanlı ordusunun kuşatması 6 Nisan’dan 29 Mayıs’a (bugünkü takvimle 7 Haziran’a) kadar sürdü.
Ancak bu yazıda, ne 70 kadar geminin nasıl olup da kızaklar üzerinde iki saatte Dolmabahçe’den Haliç’e indirilmesinin mümkün olup olmadığını, ne Bizans kaynaklarında adı bile geçmeyen Ulubatlı Hasan ve 30 arkadaşının gürzlerle vuruşa vuruşa surlarda gedik açmasını, ne Fatih’in o gedikten muzaffer bir eda ile şehre girişinin ‘fetih’ mi, ‘zapt’ mı yoksa ‘işgal mi’ olduğu meselesini tartışacağız. Sadece, şehrin Müslüman Türkler tarafından fiziki fethinin nişanesi olarak her yıl 29 Mayıs’ta kutladığımız Fetih Bayramı ile, İslamiyet’in Hıristiyanlığı fethinin nişanesi olarak Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin, Cumhuriyet döneminde laiklik ilkesinin nişanesi olarak müzeye çevrilmesinin tarihçesine göz atacağız.
KONSTANTİNOPOLİS’İN FETHİ . 28 Mayıs günü, şehir teslim olmaya karar verdiğinde, II. Mehmed ve önemli komutanlar bu teklifi kabul etme eğilimi göstermiş, ama Akşemsettin ve Molla Gürani, savaşın devamından yana tavır koyarak “Bu dem hengâm-ı fursattır bütün ada kırılsın” demişlerdi. Çünkü sulh ile teslimi kabul etmek, yağmadan, kiliselerin cami, halkın köle yapılmasından vazgeçmek demekti. Halbuki, Venedikli doktor Nicolo Barbaro'nun Kuşatma Günlüğü adlı eserine göre Sultan Mehmet, askerlerini ikna etmek için "Bu şehirde bir servet var. Diğer bütün eşyalarla bir¬likte, kiliselerdeki altın, gümüş ve değerli taşlardan, pahalı incilerden yapılmış adaklar da sizlerin ola¬cak. Asil ve seçkin erkekler köleniz olacak. Çok sa¬yıda güzel kadın var. Erkek gözü değmemiş nefis bakirelerin bir bölümü karınız olacak, diğerlerini sa¬tabileceksiniz. Sonra çok sayıda asil ailenin güzel oğlanları da sizin olacak" demişti. Sonuçta şehrin yerli halkının isteksizliği yüzünden savunma işi toplamı 10-15 bin kişi olan Venedik, Ceneviz ve Fransızlara kaldığından ‘feth-i mübin’ denen olayın ‘anvaten’ (savaşla) mı yoksa ‘sulhen’ (barışla) mı olduğu meselesi daha o günlerde tartışılmaya başlamıştı.
ÖRÜMCEK KİSRA . Fethin tanığı Osmanlı tarihçiler Tacizâde Cafer Çelebi ve Tursun Bey’e göre, Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs 1453’de şehre girdiğinde neredeyse bin yıldır Ortodoks aleminin en büyük mabedi olan Ayasofya’nın kubbesine atıyla çıkmış, ardından kiliseyi çok harap bulduğunu söyleyerek Farsça bir beyit okumuştu. Beytin Türkçesi şöyleydi: “Örümcek Kisra’nın tâkında perdedarlık ediyor/Baykuş Efrasiyâb’ın kalesinde nevbet vuruyor...”
Lord Kinross, Osmanlı Tarihi adlı eserinde Fatih’in Ayasofya’ya geldiğinde hemen kapının önünde mermerlere zarar veren bir yeniçeriyi kılıcıyla öldürdüğünü belirtir. Daha sonra askerlerine dönerek, ‘esirler ve hazineler askerlerin, yapılar benim’ demiştir. Yağmanın İslami geleneğe uygun olarak üç gün değil de daha kısa tutulması, Fatih’in şehri kendine başkent yapmaya niyetlenmesi ile ilgilidir. Nitekim 1 Haziran’da Ayasofya camiye çevrilmiş, Fatih hocası Akşemseddin’in imamlığında ilk namazını kıldıktan ve adına ilk hutbeyi okuttuktan sonra şehrin Osmanlı dönemi başlamıştı.
HOŞGÖRÜNÜN SINIRI . Fatih, Galata’daki Hıristiyanlar’ın ibadetlerine karışmayacağını duyurmuştu ancak bu hoşgörünün sınırı olduğu çabuk anlaşıldı ve Temmuz 1453’te yayınladığı ‘Emânnâme’de “…kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince, amma çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar" buyurdu. Fethin ikinci cumasında ise haçları ve çanları kaldırdı. Bugün ‘Suriçi’ dediğimiz bölgedeki yüze yakın kilise ve manastır, Fatih veya oğlu II. Bayezid zamanında Ayasofya’ya benzer bir süreçten geçti. Örneğin Şehzadebaşı’ndaki Akataleptos Manastır Kilisesi Kalenderhane Camii’ne, Fatih’teki Havariyyun Kilisesi Fatih Camii’ne, Zeyrek’teki Pantokrator Manastırı Zeyrek Kilise Camii’ne, Pantepoptes Manastırı Eski İmaret Camii’ne, Cibali’deki Thedosia Manastırı Gül Camii’ne, Vatan Caddesi üzerindeki Lips Manastırı Kilisesi Fenari İsa Camii’ne, Çarşamba’daki Pammakaristos Manastırı Fethiye Camii’ne, Edirnekapı’daki Khora Manastırı Kariye Camii’ne, Cankurtaran’daki Sergios ve Bakhos Kilisesi Küçük Ayasofya Camii’ne, Samatya’daki Hagios Andreas Kilisesi Koca Mustafa Paşa Camii’ne, Studios Manastırı’nın İoannes Prodromos Kilisesi İmrahor Camii’ne çevrildi. Bu dönüşümden muaf tutulan nadir kiliseden biri Aya İrini, diğeri Moğolların Meryemi Kilisesi idi.
MİMARİ MÜDAHALELER . Tekrar Ayasofya’ya dönersek, Fatih’in ilk işi Ayasofya hakkındaki tüm Bizans yazmalarını toplatıp Türkçe’ye çevirmek oldu. Ardından da batıdaki yarım kubbenin güney köşesine ahşap bir minare ile kuzey tarafına bir medrese yaptırdı. Yapıya tuğladan minareyi ekleyip medresenin üstüne bir kat çıkan ise oğlu II. Bayezid’ti. (hd 1481-1512)
Ayasofya’ya en ciddi müdahaleler II. Selim (hd 1566-1574) döneminde yapıldı. Önce Bizans’tan kalma bazı levhalar kaldırıldı ve ters çevrilerek Kanuni Sultan Süleyman türbesinin saçağında kullanıldı. (Bu durum ancak 1960’da fark edildi, levhaların kopyaları alınarak Ayasofya’ya konuldu, asıllar türbede bırakıldı.) Ardından Mimar Sinan’ın önderliğinde büyük bir onarım faaliyetine girişildi ve duvarları çini ile kaplı hünkâr mahfili, vaaz kürsüsü, minber ve müezzin mahfili yapıldı. II. Selim’in istediği iki minare ise ancak III. Murad döneminde (hd 1574-1595) eklendi.
Daha sonra Güneydoğu bölümünde bir çeşit hanedan mezarlığı oluşturuldu, I. Mahmud döneminde (hd 1730-1754) bir çok ek bina yapıldıktan başka içerdeki mozaikler sıvayla kapatıldı ve Aya Sofya’nın Hıristiyan kimliğine dair son izler de silindi. Az daha bir mabet olarak da tarihe karışacaktı, çünkü 1826’daki meşhur Hocapaşa Yangını’na Aya Sofya’nın kubbesi bile sıcağa dayanamayarak akmıştı.
FOSSATI VE WHITTEMORE . Abdülmecid döneminde (hd 1839-1861) İtalyan mimar Giuseppe T. Fossati ve kardeşlerinin çabalarıyla bazı ek binalarla birlikte bir muvakkithane (zaman evi) yapılmış, ayrıca eski medrese 19. yy. tarzında yenilenmişti. 13 Temmuz 1849’teki açılışın şerefine altın, gümüş ve bronz madalyalar bastırıldı. Halen büyüklükleri ile görenleri hayrete düşüren ve Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin eseri olan Allah, Muhammed, Dört Halife ile Hasan ve Hüseyin’in adları yazılı, 7,5 metre çapındaki dev levhalar da bu dönemde konuldu.
İstanbul’u yerle bir eden 10 Temmuz 1894 depreminden sonra Ayasofya uzun süre ibadete kapalı kaldı. Mütareke yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın devamı olan Mim-Mim Grubu’nun ‘Eyüb’ kanadı eğer cami kiliseye çevrilirse, binayı bombalayarak yıkma kararı almıştı ama neyse ki bu akıldışı planın yürürlüğe girmesine gerek olmadı. Ayasofya’nın onarımına 1926’da başladı ancak ciddi adımlar 1931 yılında ABD’deki Bizans Enstitüsü’nün temsilcisi Thomas Whittemore tarafından atıldı. Daha sonra olanlar yüzünden, bazıları Whittemore restorasyonunun bir ‘Hıristiyan komplosu’ olduğunu düşüneceklerdi.
Ayasofya’nın Laikleştirilmesi
1934 ortalarında bir akşam sofrasında Celal (Bayar) Bey’in Mustafa Kemal’e Yunan Başbakanı’nın Atina’da kendisine Balkan Paktı’nı kabul etmesi için Ayasofya konusunda “Kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir” dediğini aktarmıştı. Mustafa Kemal’in cevabı şöyleydi: “Az önce, Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım.” Bu konuşmayla başlayan süreç, 1 Şubat 1935’te Aya Sofya’nın resmen müze olmasıyla sonuçlandı. İddialara göre, Mustafa Kemal’i bu konuda ikna edenlerin başında dönemin Maarif Bakanı Abidin (Özmen) Bey geliyordu.
LEVHALARIN KADERİ . Ayasofya müze olduğu sırada görevde bulunan üç imam, yedi müezzin ve 10 kayyım kadrosundan bir imamla bir müezzin bırakılmış, diğerleri başka camilere atanmıştı. (1950 yılına kadar imam ve müezzin kadrosu, bu tarihten sonra da yalnız imam kadrosu günümüze kadar devam etti.) Daha sonra Ayasofya’da nelerin sergileneceği konusunda uzun tartışmalar yaşandı. Kazasker Mustafa İzzet Efendi dev levhaları Sultan Ahmet Camii’ne taşınmak istendiyse de halkın tepkisinden korkulduğu için, ‘levhaların kapılardan çıkmadığı’ söylenerek Ayasofya’nın içinde yere indirildiler ve ters çevrildiler. 14 yıl sonra bakanlık devreye girerek levhaları eski yerlerine astırdı. Böylece hem Ayasofya müze olarak kalmış, hem de İslami değerler korunmuş havası verildi.
FATİH’İN VAKFİYESİ . 1970’li yıllardan itibaren siyasi İslam’ın güçlenmeye başlamasıyla tartışmalar tekrar canlandı. Bazı kişilere göre Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi için ileri sürülen gerekçeler inandırıcı değildi. Amaç din özgürlüğüne bir darbe vurmaktı. Bazılarına göre, Mustafa Kemal “ibadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur” demiş ama komisyon bildiğini okumuştu. Hâlbuki Şükrü Kaya’nın aktardığına göre Mustafa Kemal’in kızdığı ‘ibadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikri’ydi. Bazıları ise müze fikrine karşı olmamakla birlikte, resmi tapu kayıtlarında Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’in mülkü olarak görülmesi ve Fatih’in vasiyetnamesinde “Benim bu camimi camilikten çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve meleklerin laneti olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın” demesinden hareketle, Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesini daha ‘hukuki’ buluyorlardı. (Fatih’in ceylan derisine yazdırdığı 66 metrelik vakıfnamenin 5 metrelik bölümü 1950′li yıllarda İngiltere’ye sergi için götürülmüş ve bir daha dönmemişti. Kalanı ise Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeydi.) Bir kısmına göre Ayasofya’nın müze yapılması iki savaş arası dönemin psikolojik harekâtlarından biriydi ve Mustafa Kemal hayatta olsaydı savaştan sonra müzeyi camiye çevirirdi!
ATATÜRK’ÜN İMZASI TAKLİT Mİ? . Ama en ilginç iddia, Ayasofya’yı müzeye çeviren 24 Kasım 1934 tarihli kararnamedeki ‘Mustafa Kemal Atatürk’ imzasının taklit edildiğiydi. Bu kişilere göre Mustafa Kemal gibi ‘hukuka saygılı’ biri, ancak 27 Kasım 1934'te çıkacak olan Soyadı Kanunu’ndan üç gün önce, imzasını ‘Atatürk’ diye atmazdı. Üstelik Atatürk’ün ilk harfi küçük harfle yazılmıştı. Bu Mustafa Kemal’in tabiatına uygun bir davranış değildi. Ayrıca kararnamenin birinci sayfası ile ikinci sayfalarının farklı müdürlüklere ait antetli kağıtlara yazılmış, 24 Kasım 1934’te düzenlenen başka iki kararname 1613 ve 1614 sayılı iken aynı günlü bu kararname 1589 sayılı idi. Bu gariplikler kararnamenin sahteliğine karine idi.
Bütün bu gariplikler doğruydu ancak iddia sahiplerinin göz ardı ettiği basit gerçek şuydu: Ayasofya’nın müze yapılması sırasında Mustafa Kemal hem bedenen hem zihnen sapasağlam ayaktaydı, hatta açılış töreninde hâzır ve nâzırdı! Üstelik daha sonra Ayasofya’nın müze olması şerefine açılan deftere bir güzel de yazı yazmıştı!
İBADETE KAPALI MI? . Aslında II. Selim zamanında eklenmiş olan Hünkar Mahfili’nde 1980’in başından itibaren ibadet ve Kuran-i Kerim kıraati yapılıyor. Bu durum sadece 12 Eylül döneminin Kültür Bakanı Cihat Baban tarafından kısa süre engellenmiş, ancak gelen tepkilerden dolayı mahfilin kapatıldığına dair kararname çıkartılmamış, sadece girişine tadilat yapıldığına dair bir tabela konması ile yetinilmişti. Daha sonra yönetim sivilleşince, Süleyman Demirel iktidarında bu bölüm tekrar ibadete açılmıştı.
Yani aslında Ayasofya tam bize yaraşır biçimde hem ‘laik’ hem de ‘dini’ bir mekan. Buna rağmen konu ‘Türk-İslam’ zihniyet haritasının sorunlu bölgelerinden biri olmaya devam ediyor. Nasıl ki, Musul’u ve Kerkük’ü almak bazıları için ‘Misak-ı Millî’ davası ise, Ayasofya’yı İslami ibadete açmak da bazıları için bir çeşit ‘Misak-ı Dinî’ davası. Muhtemelen şehri her yıl fethetmek ihtiyacı duymamız bununla ilintili. Buna karşılık Batı dünyasında Ayasofya’nın tekrar kilise olması için çalışanlar var ki, bu da şehri manevi olarak geri alma çabası olarak yorumlanabilir. Ayasofya ise, bütün bilgeliği ile bu anlamsız siyasi tartışmaların geride kalacağı günleri bekliyor…
Fetih Bayramı’nın Tarihçesi
Fetih kutlamaları geleneğini ilk başlatan II. Abdülhamit’tir. Kardeşi V. Mehmed Reşad ise 1911 yılında Fatih’in ‘gemileri karadan yürütmesi’ olayının anısına Dolmabahçe’den Nişantaşı’na çıkan caddeye ‘Kadırgalar Caddesi’ adını vermiş, caddedeki karakola, olayı anlatan bir kitabe yerleştirmiş, fetih gününde Fatih Türbesi’ni ziyaret etmeyi adet haline getirmişti.
Mehmet Reşat’ın fetih günü ile ilgili ‘gelenek’ yaratma çabası, Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen olaylar tarafından sekteye uğratılmıştı. 1920’li ve 1930’lu yıllarda ders kitaplarında ‘fetih’ terimi yerine ‘zapt’ terimi ile tarif edilen olay ‘Ortaçağı kapatarak Yeniçağın açılmasına vesile olan cihanşümul bir hadise olarak’ görülmekle birlikte konu birkaç satırla geçiştiriliyordu. Ancak 1939’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün şaşırtıcı biçimde ‘Fethin 500. yılı olan 1953’e kadar’ şehrin imarı için ilgililere emirler verdi ve İstanbul Valiliği’ne bağlı bir ‘Güzideler Komisyonu’ kuruldu. Bu kararlar, fetih olayına gösterilen geleneksel ilgisizliğin sona erdiği izlenimini veriyordu ama bu sefer de İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi yüzünden İnönü’nün istedikleri gerçekleştirilemedi. Yine de, 1942 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun girişimi ile Eski Eserleri Koruma Cemiyeti harekete geçirildi ve belediyenin olanakları elverdiğince onarım ve düzenleme faaliyetleri yapıldı. Ancak Meclis’ten ‘500. Yıldönümü Kanunu’ çıkarılamadığı için önemli çalışmaların gerçekleştirilemeyeceği anlaşıldı.
HIRİSTİYAN ÂLEMİ . 1943’te İstanbul Valisi Lütfi Kırdar, İstanbul radyosuna verdiği bir mülakatta 1953 yılına kadar ‘Milletlerarası İstanbul Sergi Salonu’nun açılması, surların dışında Fatih’in ordugâhının ve top mevzilerinin canlandırılması, Sarayburnu-Yedikule, Sarayburnu Unkapanı Köprüsü sahillerinin imarı, bazı bulvarların açılması, Topkapı-Edirnekapı arasındaki stadyum, spor salonu, hipodrom ve olimpiyat köyü gibi eserleri ortaya çıkarmayı öngören 120 milyon liralık bir projeden söz etmişti. Ama hükümet böyle muazzam bir projenin ‘Hıristiyan âleminin Türkiye aleyhine dönmesine neden olacağı’ gerekçesiyle tekrar yan çizdi.
FETİH CEPHESİ . Ama 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara geldiğinde ‘Fetih cephesi’ sağlam bir destek bulacaktı. Önce ‘İstanbul’un Beşyüzüncü ve Müteakip Fetih Yıllarını Kutlama Derneği’ kuruldu. (İlginçtir kimse 1453’te fethedilen şehrin İstanbul değil Konstantinopolis olduğunu fark etmemişti.) 1952’de adı İstanbul Fetih Derneği, daha sonra İstanbul Fetih Cemiyeti adını alan kuruluş, hem zamanın çok daralması hem de parasal kısıtlar yüzünden mütevazı bir projeye yöneldi. Buna göre fetihle ilgili önemli olayların geçtiği yerlere plaketler konacak, 29 Mayıs’tan itibaren 10 gün süreyle Anadolu ve Rumeli hisarları ışıklandırılacak, fetihle ilgili kitaplar çıkarılacak, halk oyunları, konserler, fener alayları düzenlenecek, Fatih rozeti, altını ve kartpostalları bastırılacaktı. En hacimli proje dernek bünyesinde bir ‘İstanbul Enstitüsü’ kurmaktı.
BAYAR VE MENDERES YOK . Ancak 1953’teki Fetih Bayramı sönük başladı çünkü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İzmir’de NATO Karargâhı’na gitmişti, Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenine katılmak üzere Londra’ya gitmek üzere hazırlık yapıyordu. Ancak ‘devletin başlarının’ ortadan kaybolmasının gerçek nedeni, törenlerin Türk-Yunan dostluğunu etkilemesi ve Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını değiştirmesi endişesi idi. Buna karşılık şehrin Rum, Ermeni, Yahudi cemaatleri, Ankara belediye başkanı, diplomatik temsilciler, askerî ve mülki erkan tören alanında yerlerini almışlardı.
RUM PATRİĞİ VAR . İlk gün, uçak filoları gösteri uçuşları yaparken, askerî birlik ve okulların bando törenleri ile coşan halk, önce fetih şehidi Ulubatlı Hasan’ın surlara Osmanlı sancağını dikişini, sonra da Topkapı’dan alayların şehre girişini canlandıran öğrencileri izlediler. Öğleden sonra Fatih Camii’ndeki törene katıldılar. Camide ezanlar okundu, tekbirler getirildi, top atışları yapıldı. Vali, ordu müfettişi ve Fetih Derneği başkanı, Fatih’in türbesine çelenk koydular. Edirne’den ve Kars’tan getirilen topraklar makbere konuldu. Atlas yastık üzerinde Fatih’in kılıcını taşıyan Yeniçerilerle Haliç’e indirilen kadırgaları temsil edenlerin geçit törenini çocukların mehter takımı gösterileri izledi. Akşama doğru İstanbul Üniversitesi’ndeki konferansa Rum Ortodoks Patriği Athenegoras da katıldı. Çinili Köşk’te Fatih Müzesi açılırken, Fatih Camii’ne ‘Nur ol Fatih’ mahyası asılmış, Fatih konulu tiyatro eserleri sahnelenmiş, daha ilginci İstanbul Üniversitesi’nde ‘Fetih Balosu’ düzenlenmişti. Gece, ışıklara bürünmüş şehir hatları vapurları ve Sarayburnu ile Salacak’ta yapılan havai fişek gösterileri ile şenlenmişti.
Bu minval üzerine iki gün daha devam eden Fetih Bayramı, Şam ve Halep camilerinde mevlitlerle, Mısır’da sadece El Ahram gazetesinde bir başyazı ile kutlanırken, Avrupa basını ‘Türk istilası’nın kutlanması’ olarak nitelemişti. Avrupalının henüz bilmediği iki yıl sonra 6/7 Eylül’de Fatih’in eksik bıraktığı yağma işini İstanbul halkının tamamlayacağı idi. O günde beri kah coşkulu, kah sönük de olsa, ‘İstanbul’un simgesel olarak fethedilmesine devam edildi. Şehrin bizim olduğuna inanıncaya kadar da devam edeceğe benziyor.
Özet Kaynakça: Ahmet Akgündüz, Said Öztürk ve Yaşar Baş, Üç Devirde Bir Mabed, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1994, Semavi Eyice “Ayasofya” maddesi, İstanbul Ansiklopedisi, 1. Cilt, s. 446-457, Tarih Vakfı Yayınları, 1994; Necdet Sakaoğlu “Fetih Bayramı’ maddesi, a.g.e., s. 305-307; Erdem Yücel, “Belgelerin Işığı Altında Ayasofya’nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler”, Türk Dünyası Araştırmaları, 1992 S.78, s.183-222; Nicolo Barbaro, 1453 Konstantinopl Kuşatma Güncesi, Büke Yayınları, 2005; Tursun Bey Tarih-i Ebu’l Feth, (Yay.Haz. Mertol Tulum) Baha Matbaası, 1977; Erdoğan Aydın, Fetih ve Fatih, Mitler ve Gerçekler, Cumhuriyet Kitapları, 2000.
Taraf gazetesi
YAZIYA YORUM KAT