28 Şubat Zorbalığının 20. Yıldönümünde Haksöz’ün Şahitliği
20 yılda Türkiye’de çok şey değişti. Korku duvarları yıkılırken, özgürlük ve adalet talebi güçlendi. Ama en zor zamanlarda da hakkı haykırmaktan çekinmeyenler hep vardı!
HAKSÖZ HABER
Bugün 28 Şubat zorbalığının yıldönümü. Çürümüş, zorba laik diktatörlük düzenini yasaklarla, korkularla sürdürme konusunda aciz kaldığını düşünen Kemalist oligarşinin 28 Şubat 1997 tarihli MGK vasıtasıyla bir kez daha devreye soktuğu askeri darbe zulmünün 20. yıldönümü.
Yıldönümü vesilesiyle yeniden bu süreçte yaşananlar, yapılanlar çokça gündem oluyor, konuşuluyor. Zulme ve baskıya direnenler yanında teslim olanlar, hakkın safında tavır almak yerine güce biat edenler da hatırlanıyor. Birileri dönüp arkalarına baktıklarında tüm acılara rağmen onurla hatırlarken yaşadıklarını, birileri ise utanç içinde unutmaya, unutturmaya çalışıyor kuşkusuz.
Öncesinde olduğu üzere, 28 Şubat süreci adı verilen o meşum zorbalık döneminde de, sonrasında da ve bugün de hep adaletin safında durma gayreti içinde olmuş, zalimlere karşı hakkı haykırmış bir çizginin takipçisi olan Haksöz’ün o gün ne söylediğini, ne yaptığını, nerede durduğunu hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Basit ve çiğ bir övünme vesilesi olsun diye değil elbette, adaletten yana izlediğimiz hattı vurgulamak için hatırlamanın ve hatırlatmanın önemli olduğuna inanıyoruz.
Darbeyi muhkemleştiren meşhur 28 Şubat MGK toplantısının ardından yayınlanan Mart 1997 sayımızın kapağını ve gündem yazısını sunuyoruz:
Darbe Tehdidi Düzenin Tükenmişlik İlânıdır!
Son haftalarda iyiden iyiye ısınan Şeriat, laiklik, rejim tartışmalarıyla birlikte Türkiye'de siyasetin temel belirleyicisinin "askeri darbe vakıası" olduğu bir kez daha görülüyor. Tüm politikalar bu gerçeğe endekslenmiş bir halde. Adımlar buna göre, çoğu kez de bunun için atılıyor. Hemen herkes "o kaçınılmaz akibet"in gelmesini bekliyor, kimisi hasretle, kimisi korkuyla!
Belki darbe tartışması geleceğe yönelik bir içerik arz ediyor ama yaşanan hale, somut duruma işaret eden çarpıcı bir gerçeği de ortaya koyuyor. Bu gerçek, T.C.'nin demokratik cumhuriyet olma iddiasının bir aldatmaca olduğu ve bu ülkede laik dikta düzeninin hakimiyetini sürdürdüğü gerçeğidir.
Egemen iktidarın binbir denetiminden süzülerek gelmesine ve yasal, siyasal düzenlemelerle mutlak bir sınırlamaya tabi tutulmasına rağmen meclis, hükümet gibi kurumlar yeterince bağımlı görülmedikleri için devlet tarafından sürekli hırpalanıyor, güçsüzleştiriliyor. Buna karşın sistem üzerinde askerin etkinliği her geçen gün biraz daha koyulaşıyor, boğucu bir kuşatmaya dönüşüyor. Böylesi bir ortamda "darbe olacak mı?" sorusu ise tamamıyla anlamını yitiriyor.
Egemen iktidar darbe politikalarını sözde şu anda mevcut bulunan demokratik sistem içinde istediği biçimde gerçekleştirebiliyor. Soluyla sağıyla, sendikasıyla medyasıyla devletin üniformasız uzantıları darbe politikalarının sivil destekçileri olarak tarihi misyonlarını üstleniyorlar. Hükümet ortağı olması nedeniyle darbenin hedefi olarak algılanan RP'nin içtenlikten uzak ve acziyet içinde olması da tabloya eklenince, egemen iktidar için darbe sopasını göstermek, fiilen darbeyi gerçekleştirmekten muhtemelen daha verimli ve çok daha az riskli gözükmektedir.
Egemenlerin sürekli halkın tepesinde tuttukları darbe sopasını son aylarda daha bir sıkı kavramalarının genel olarak İslami kamuoyunda bir şaşkınlık ve ürkeklik havasına yol açlığı gözlemleniyor. Özellikle darbe tehditlerinin birinci dereceden adresi gözüken RP'nin edilgen ve pısırık tavrı bu havayı besliyor. İslami kamuoyunda genel olarak korku ve sinmişlik psikolojisi içinde darbe tehditlerini yumuşatma endişesi öne çıkıyor. Halbuki müslümanların endişesi darbecileri yumuşatmak olmamalı. Geri adımlar atarak, tavizler, garantiler vererek darbecilerin darbe planlarını boşa çıkartmaya çalışmak, bataklığa sürüklenmektir. Darbecilerin hedeflerini gerçekleştirmektir.
Zırt pırt darbe tehdidine başvurarak egemenler bize sınırımızı, haddimizi bildiriyorlar. Bizi sindirmeye çalışıyorlar. Darbe gelecek diye sahip olduğumuz ilkelerden taviz vermek, sorumluluklarımızı ertelemek sindirme politikalarının kabulüdür. Sürekli taviz vermek, susmak, sonu belirsiz bir çizgiye doğru gerilemek belki darbe tehdidinin fiiliyata dökülmesinin ününe geçebilir ama biz varlığımızla kokuşmuş düzeni bütünüyle tasfiye hedefinden uzaklaştıktan, kimliğimizi, değerlerimizi savunmaktan aciz kaldıktan sonra darbe tehdidinin kalkmasının ne anlamı kalır ki! Düzenin tehditleri karşısında sinmediğimizi, sinmeyeceğimizi ve her şartta direneceğimizi açıkça ortaya koymalıyız.
Egemenlerin bugün için darbe tehditlerini kullanarak amaçlarına büyük ölçüde ulaşabilmelerine rağmen, iktidar üzerinde mutlak bir tahakküm ve tekel kurma amacıyla yarınlarda fiili bir darbeye başvurabilecekleri ihtimal dahilindedir. İç ve dış şartlar bu ihtimali zorlaştırmakla beraber, T.C.'ye hakim siyasi geleneğin bu durumun kuvveden fiile çıkartılabilmesini her zaman mümkün kıldığı da bir vakıadır.
Öte yandan, laik dikta düzeninin zorbalığının zirveye ulaşması demek olan askeri bir darbenin tüm muhalif unsurlarla birlikte, müslümanlar için de zorluk, baskı ve olumsuzluklar getireceği açıktır. Özellikle muhtemel bir darbenin öncelikli hedefinin İslami yükselişi bastırmak olacağı dikkate alınırsa, bu gerçek daha bir açıklık kazanmaktadır.
Bununla birlikte şu hususun altını çizmekte yarar var: Askeri bir darbe müslümanlara zarar verir ama düzene çok daha büyük zarar verir, çıkmaza sokar. Evet askeri darbe bizi törpüleyecektir fakat egemenlerin felaketini hazırlayacaktır. Yani asıl kaybedecek olanlar onlardır. Her şeyden evvel bu baskı ve işkence düzeninin artık dikiş tutmadığı iyicene görülmüş olacaktır. Kısacası darbe sistemin tıkanıklığının, tükenmişliğinin, daha açıkçası iflasının bizzat sistem güçlerinin eliyle ilanı olacaktır. Öyleyse bırakalım derdini, tasasını onlar çeksinler! Biz bize düşene bakalım. Korkuyu değil, direnişi yaygınlaştıralım!
Ve yine Mart 1997 tarihli 72. sayımızın takdim yazısı:
Yalancının Mumu Darbecilerin Korkusu
Geçtiğimiz ay bir kez daha postal kokusu ortalığı sardı. Son siyasi gelişmeler yine gösterdi ki bu koku, Türkiye'nin demokrat ve laik geçinen aydın, bürokrat, sermayedar takımının en çok hoşlandığı kokudur. İki de bir gündemi saran ve sistemin savunucuları arasında askerî kanadın öncelikli konumunu pekiştiren bu nahoş kokunun mevcut sistemin kokuşmuşluğundan kaynaklandığı ise gün gibi aşikârdır.
Türkiye'de sistem, yalan ve baskı temeli üzerinde kurulmuştur. Yalanın kaynağı, kurulu düzenin sahibi bir avuç azınlıktır. Hakimiyetin kayıtsız şartsız topluma ait olduğu iddiası koca bir yalandır. Yalanın arkasında egemenlerin baskısı, keyfiliği ve sömürüsü yatmaktadır. Toplumun efendisinin köylü olduğu iddiası gibi, hakimiyetin kayıtsız şartsız "milletin olduğu iddiası da gerçeği yansıtmamaktadır. Anayasalara rağmen gerçekleştirilen askeri darbeler ve kendini seçilmişlerin üstünde değerlendiren MİT gibi, JİTEM gibi, MGK gibi oluşumlar, sistemin çarpıklığının ve demokrasinin aldatıcılığının en somut kanıtlarıdır.
Bilindiği gibi Susurluk olayı, yalan ve baskı temelli sistemin ve Türkiye'deki laik diktanın gerçek yüzünü açığa çıkaracak ve halkı egemen söz büyücülerinden ve hurafelerinden kurtarabilecek önemli bir imkan oluşturmuştu. Susurluk olayı, batıcı düzenin tanınması ve tasfiyesi açısından somut bir fırsattı. Susurluk, ülkenin anayasal düzen yanında egemenlerce "çete"lerle nasıl yönetildiğinin; eroin ticaretinden yargısız infazlara, mafya bağlantılarından kadın ticaretine kadar subayından polisine, politikacısından sermayedarına kadar sistemin nasıl bir bataklık ve çete ilişkisi ile kuşatılmış ve çürümüş olduğunun net bir açıklamasıydı.
İslami kesim, Susurluk olayını algılamakta ihmalkar davrandı ve güdümlü medyanın tarikat tartışmalarıyla saptırdığı gündemin şaşkınlığını yaşadı. Bu konuda dergimizin ortaya koyduğu tavır da, ancak sınırlı bir çevrede etki uyandırabildi. RP kurmayları, tarihin önlerine çıkarttığı bu altın fırsatı tepip Susurluk olayını gündemden düşürmeye çalıştı. İşte egemenleri şımartan da bu tutum oldu. Ordu Susurluk bataklığından üzerine bulaşan kara çamuru örtmeye çalışırken, bu bataklığa en fazla tepki göstermesi gereken İslami kesimi darbe tehditleriyle sindirmeye ve kendi konumunun tartışılmazlığını ilan etmeye başladı. MGK'nın son tavsiye kararlarını veya muhtırasını bu çerçevenin dışında anlamamız imkansız. Ayrıca Susurluk olayına zihnen ve fiilen bulaşmış kesimlerin öncülük ettiği "Aydınlık için bir dakikalık karanlık" eylemi de düzenin yeni bir gözbağcılık ve üfürükçülük örneğini oluşturdu. Egemenler tarafından ortaya atılan tüm darbe tehditleri, baskılar ve söz büyüleri, sadece yalan temelli sistemin çürümüşlüğünü gizlemek için ortaya konan gayretlerdi. Ama her yalanın bir sonunun olduğu da unutulmamalıdır.
Son olarak okuyucularımıza dergimizle ilgili bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Hak Söz bu sayımızla 6. yayın yılını doldurmuş bulunuyor. Her geçen gün düzenin üzerimizdeki ekonomik ve yargı alanındaki baskısı ve takibatları daha fazla artmaktadır. Son sayılarımızla ilgili olarak da hakkımızda Fatih Cumhuriyet Savcısı tarafından iki farklı soruşturma açılmış bulunuyor. Ancak bizler açık, ilkeli ve istikrarlı bir şekilde ifa etmemiz gereken İslami sorumluluklarımızı bir tebliğ ve mücadele aracı olarak dergi etkinliğimizle de sürdürmeye kararlıyız. Ancak bu etkinliğimizin devamı sizlerin katkılarıyla da doğrudan alakalıdır. Dergimize sahip çıkmanız ve onu tanıtmanız, abone olmanız ve abone bulmanız ayrıca yazı, değerlendirme ve bilgilendirmelerle katkıda bulunmanız, artmakta olan yükümüzü hafifletecektir. 7. yayın yılma girerken abonelerimizin ilk elde abonelerini yenilemelerini, gerekli hallerde mektup, faks veya telefonla bizleri bilgilendirmelerini ayrıca tüm okuyucularımızın, yeni aboneler bularak yeni abone dönemimizde katkıda bulunmalarını bekliyoruz.
Dergimizin 7. yayın yılında daha iyi bir Hak Söz'e, birlikte ulaşma dileğiyle...
HABERE YORUM KAT