27 Nisan e-muhtırası: İkinci yılında 'başarısız darbe'
Ülkemiz, iki yıl önce bugün, yani 27 Nisan 2007 tarihinde bir askerî darbe teşebbüsüne sahne oldu. Tuhaf bir teşebbüstü. Amacın hükümeti istifaya zorlamak ve cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale etmek olduğu açıktı.
İlk tuhaflık, sabah erken saat darbelerine alışmış bir ülkede, saatlerin gece yarısına yaklaştığı zamana rast getirilmesiydi. İkinci tuhaflık ise iletişim aracı olarak sadece internetin kullanılmasıydı. Belki biraz çekingen ve ürkek bir teşebbüstü. Ertesi gün hükümet, bu mahcup darbe teşebbüsünün karşısında dimdik durdu. Kendisine hitaben yazılmış bu internet bildirisini, sahibine aynen iade etti. Böylece darbe başarısız oldu. Sadece o gün için değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi, daha sonra darbecilerin arzusunun hilafına sonuçlandı. Ve halk, hedefte olan hükümet partisini yüzde 47 oy ile yeniden seçerek darbecilere çok ağır bir ders verdi. 27 Nisan, tarihin mecrasının değiştiği an. Şu sorunun cevabı, bu tarihsel dönemecin önemine dair bir fikir verebilir. Şayet 27 Nisan muhtırası amacına ulaşsaydı, bugün artık sirk maymunu gibi teşhir edilen Ergenekon örgütü ne durumda olurdu? Daha kestirmeden tekrarlayalım. Eğer iki yıl önceki darbe başarılı olsaydı, Ergenekon dava konusu olur muydu?
27 Nİsan e-muhtırası
27 Nisan bildirisi, 12 Mart 1971 muhtırası formunda kaleme alınmış bir bildiriydi. Sonu -biraz daha ürkek ifadelerle- tıpkı 12 Mart muhtırası gibi, hükümeti hedef alıyor ve siyasî değişiklik istiyordu. Her biri, savcılığa yapılacak ihbarlara konu olacak tipte "irtica örnekleri" sıralandıktan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine açık bir müdahalede bulunuluyor ve yaptırım olarak hükümet tehdit ediliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında "...gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacak" ve tehditleri için "sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmekte" olan ve "bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesin" bulunan bir ordu idi söz konusu olan. Aynı sıralarda Anayasa Mahkemesi'nde cumhurbaşkanlığı seçim sonucunu tayin edecek bir dava görülüyordu. Kısaca ordu, yargıya çok üst perdeden müdahale ediyordu. Bildiri berbat bir Türkçe ile kaleme alınmıştı; ifadeler "nerede o eski muhtıralar" dedirtecek kadar kötüydü. Yer yer belirsizliğin karanlığına sığınan ve ikircikli ifadelerle ricat yolunu açık bırakan bir hava görülüyordu. Bu belirsizlikler arasında "kararlılığa olan bağlılık ve inanç"ın ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyoruz.
Hükümet, bildiri metnindeki muğlaklığın aksine kesin ve açık ifadelerle bu bildiriyi tıpkı Batılı bir demokratik ülkenin hükümeti gibi sahiplerine iade etti. 28 Nisan'da Bakanlar Kurulu toplandı ve akabinde hükümet sözcüsü konuştu. Genelkurmay başkanına, "Başbakan'a karşı sorumlu olduğunu" söyleyerek, çizgiyi aştığını ihtar etti. Bu bildirinin amacının cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale olduğunu ve yargıyı etkileme niyeti taşıdığını ifşa etti. "Devletimizin temel değerlerini koruma konusunda birincil görev hükümetindir." diyerek, rejim tartışmaları üzerinden siyasete müdahaleye restini çekmiş oldu.
Sonucu hatırlatalım. Genelkurmay sanki hiçbir şey olmamış gibi yerine oturdu ve sustu. Ortalığa sanki bu e-muhtıra ile, Genelkurmay arasında bir ilişki yokmuş gibi bir hava hakim oldu. Hatta bu bildirinin kurum içindeki korsanlar tarafından, Genelkurmay başkanının bilgisi dışında yayımlandığı spekülasyonları bile gündeme geldi.
Laiklik dersi
Genelkurmay'ın sessizliğinin içinde, bildiride sıraladığı suçlamaların arkasını takip etmemek de vardı. Ordu, laikliğe yönelik somut olaylardan yola çıkarak bir tehdit tablosu ortaya koymuştu. Her yıl nisan ayının ikinci yarısına tesadüf eden "Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri bu somut olayların örnekleriydi. Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden hükümete müdahalenin gerekçesini oluşturan bu olaylardan hiçbiri doğru çıkmadı. Ortaya başka bir şey çıktı. Bu bildiri metninin somut olarak gösterdiği üzere, laiklik ordu tarafından siyasete müdahalenin çok kaba-saba bir aracı olarak kullanılıyordu. Muhakeme şöyle işliyor: Ülkenin değişik bölgelerinde laikliğe yönelik tehditler ortaya çıktı. Bu tehditler, ordunun rejimi koruma ve kollama görevini vazgeçilmez kılıyor. Biz de durumdan vazife çıkartarak cumhurbaşkanının kim olacağına karar vermek ve yargıda görülen bir dava üzerinde baskı oluşturarak ve sonuçta hükümeti istifaya zorlayarak bu görevi yerine getiriyoruz. 27 Nisan e-muhtırasını, Türk milletinin idrakini ciddiye almayan bu muhakeme biçiminin parlak bir örneği olarak hatırlamak lâzım.
12 Mart'ta olduğu gibi şapkasını unutup giden bir başbakan, hükümetin başında olmadığı için yani tehdit sökmediği için bu muhakeme çöktü. 27 Nisan e-muhtırasının elde ettiği tek somut sonuç, Anayasa Mahkemesi'nin, bu bildiride arzulandığı şekilde karar vermesi ve 186'nın 367'den daha büyük bir rakam olduğunu öne sürmesi oldu. Hesap yanlıştı ve demokrasilerdeki bütün yanlış hesaplar gibi 22 Temmuz'da yapılan seçimde, sandıktan geri döndü. Halk, ordusunun ve yüksek yargısının yaptığı hatayı düzeltti. Türkiye, sadece çok kıymetli bir zaman aralığını zorlama bir sorunu çözmek uğruna harcamış oldu.
27 Nisan e-muhtırası fiyaskosu, 8 Haziran'da yine Genelkurmay başkanı imzası taşıyan bir başka bildiride kendini dışa vurdu. Silahlı gücün siyasete müdahale etmek için kullandığı ikinci araç idi, bu sefer söz konusu olan. Laiklik enstrümanı işe yaramayınca devreye terör giriyor. Nitekim 7 maddelik, her cümlesinde birden fazla Türkçe hatası olan bildirinin konusu terör olayları konusundaki tartışmalardı. Son maddede "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir" çağrısı yer alıyordu. Genelkurmay başkanı bu "kitlesel karşı koyma refleksi"nin demokratik tepkilerle sınırlı olduğunu daha sonra açıklamak zorunda kaldı. Koskoca ordu, neden daha sonra vuzuha kavuşturmak zorunda kalacağı bir metin yayınlar ki?
Tarihin kırılma anı
Sorduğumuz soruyu tekrarlayalım. Şayet hükümet bu karanlık ifadelerle malûl e-muhtıraya boyun eğseydi ne olacaktı? Meselâ hükümet istifa etseydi, cumhurbaşkanı adayını geri çekseydi? Tıpkı 12 Mart döneminde olduğu gibi bir teknisyenler hükümeti kurulsaydı? Genelkurmay karargahı, fiilî hükümet merkezi gibi çalışsaydı? Demokrasi üzerine uzunca bir süre, o bildiri metni kadar karanlık bir gölge düşseydi?
Aradan geçen iki yılın gösterdiği üzere, bu sorunun açık cevaplarını verebiliriz. Hükümet dimdik ayakta durup, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne anayasal bir balans ayarı çekmeseydi, bugün Türkiye sahip olduğu birçok şeye sahip olamayacaktı. Uluslararası alanda çıkar kaybına uğrayacak ve itibar kaybedecekti. Ortadoğu'da oyun kurucu ve sürükleyici güç olmak yerine, tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül sonrasında olduğu gibi, içerideki demokrasi zaafını dengelemek için dışarıda taviz üstüne taviz veren, içeride güçlü, dışarıda zayıf siyasî irade sergileyen itibarsız bir ülke olacaktı. Ekonomisi, bugünün global krizine daha kırılgan bir şekilde yakalanacak, muhtemelen perişan olacaktı. Ülke içeride tıpkı o muhtıra metni gibi belirsizliğin hakim olduğu, herkesin her şeyden farklı anlamlar çıkardığı; kargaşaya ve güvensizliğe teslim olmuş bir ülke olacaktı.
Ama en önemlisi Ergenekon davası, kuvvetle muhtemeldir ki hiç gün yüzüne çıkmayacaktı. Askerin siyaseti tanzim için sahada iş gördüğü bir dönemde, elindeki silahlara bile sahip çıkamayan bir ordu görüntüsü, komutanları şiddetle rahatsız edecekti. Hiç mümkün mü? Asker iktidarda ve toprak kazılıyor, askerin sahip çıkamadığı silahlar kamuoyuna teşhir ediliyor? Bu rahatsızlığın farkında olan çete mensupları da, bu askerî vesayete meşruiyet kazandıracak şiddet eylemleri ile yeni koruma zırhları talep edeceklerdi. Kısaca bir hukuk devleti çatısı altında yaşama hayalimiz, 2007'nin baharında süresiz ertelenmiş olacaktı.
Söylediklerim spekülasyon değil. Bildiri metninden iki somut ifade, ne kadar vahim bir tehlike atlattığımızın delili. Birincisi, yine o bozuk ifadelerden birinde "Ne mutlu Türk'üm diyene!" anlayışına karşı çıkan "herkes"in "Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanı" ilan edilmesi ve "öyle kalmaya" mahkûm bırakılması. Düşman yaratmaya bu kadar teşne bir kafa ile, bu ülkenin tek parça halinde tutulamayacağını, yine bugünün Genelkurmay Başkanı "Türkiye halkı" açılımı ile göstermedi mi?
İkincisi ise doğrudan Ergenekon davası ile ilgili. 27 Nisan e-muhtırasında, laiklik karşıtı eylemler arasında sayılan Malatya'daki misyoner cinayetleri, bugün Ergenekon kapsamında tartışılmıyor mu?
Demek ki Türkiye, 27 Nisan'da sadece demokrasisine yönelik bir tehdit ile karşılaşmadı. Bu tehditle baş eden ve Türkiye'yi büyük bir felaketten kurtaran hükümet, aslında TSK'yı da uçuruma yuvarlanmaktan kurtarmış oldu. 27 Nisan e-muhtırasını, bu ülkeyi ve devleti yönetmesi gereken akıl ve ferasetin kimde olduğuna dair eşsiz bir tecrübe olarak hatırlamalıyız. İhtiyacımız olan akıl demokraside var. Bu akıl, elinde silah bulunduranların yalpalamalarını bile düzeltecek yetkinlikte.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT