25 yıl önceki ‘28 Şubat Darbesi’ de, ‘demokratik balans ayarı’ydı..
Yeni Rus Çarı görünümlü Putin’in, -işgal, istilâ ve savaş başka nasıl oluyorsa-; Ukrayna’nın işgalini, çok sıradan, basit bir askerî operasyon diye nitelemesinde olduğu gibi, 25 yıl öncelerdeki ‘28 Şubat 1997 Askerî Darbesi’ için de, dönemin anlı-şanlı generallerinin, (ki , onların hayatta kalanlarından önde gelenlerinin 10’dan fazlası şimdi, -Temel Karamollaoğlu’nu üzen bir şekilde - hapisteler) ve onların en önde geleni olan Çevik Efendi, ‘Bu, demokratik bir balans ayarıdır..’ demişti.
Bu benzerlikten sonra gelelim, asıl konumuza..
*
Önce bir noktayı hatırlayalım.. 1989’da yapılan mahallî seçimlerde Erbakan Hoca’nın Refah Partisi’nden Konya, Sivas, Van, Urfa, Erzurum gibi büyük illerde ve bir çoğu İstanbul’da olmak üzere bazı büyük ilçe belediyelerinden birkaçında seçilenlerin sergiledikleri başarılı yöneticilik örnekleri o zamana kadar görülmemiş idi.. Biraz 1950-60 arası, Adnan Menderes döneminde; biraz 1965-71 arası Süleyman Demirel ve 1983-89 arası Turgut Özal döneminde halk hizmet görmüştü..
Özal’ın ölümünden ve Demirel’in C.Başkanı oluşundan sonra rejimin sosyo-ekonomik krizleri daha bir derinleştikçe, halk kitlelerine onca, ‘mürteci-gerici’ diye suçlanarak, alay konusu yapılarak kamu yönetimlerinden uzak tutulan insanlar yönetime gelmişler ve alışılmamış yönetim örnekleri sergilemişlerdi..
Bu müsbet örnekler sonunda, Mart-1994 seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, bir çok ilde de belediye başkanlıklarının Refah Partisinin eline geçmişti.. Ama, bu o kadar kolay olmamıştı.. Ankara’da Belediye Başkanı Murat Karayalçın, ‘Eğer laiklik tehlikeye girerse, herşeyi yakarız..’ derken; İstanbul Belediye Başkanı Nureddin Sözen isimli kişi de, ‘İstanbul’u yobazlara- şeriatçilere bırakamayız..’ diyordu, seçim propagandalarında.. Ve Refah Partisi’nin adayı Tayyib Erdoğan’ın İstanbul’u kazandığı haberini Amerikan radyosu, dehşete kapılmışçasına nasıl verdiğini hatırlayalım.
Deniliyordu ki: ‘Tarihin iki büyük imparatorluğuna başkentlik yapmış olan İstanbul, İslâmcıların eline düştü!’ Ve devamında da, henüz Ankara seçimlerinin sonucu kesin belli olmadığından, ’70 yıldır laik rejime başkentlik yapan Ankara ise, İslâmcıların eline düşmekten kılpayı kurtuldu..’ deniliyordu, ama, 6 saat kadar sonra, Ankara’nın da Erbakan’ın partisince kılpayı kazanıldığı anlaşılıyordu.
*
O günlerde Türkiye’den bir ünlü akademisyenin, Fransa’nın Strasbourg şehrinde Türkiye’nin geleceğiyle ilgili olarak yapılan bir ‘bilimsel’ (!) toplantıda, yaptığı konuşmadaki sözleri son derece çarpıcıydı.. ‘Bu gidişle 10 seneye varmaz, üniversitelerde İmam-Hatib liselerinden çıkanlar Türkiye’nin yönetici sınıflarını oluşturacaklardır..’ diyor ve o mekteplerden çıkanların üniversitelere girememeleri için katsayı vs. yöntemlerinin yerinde olduğunu alkışlıyordu.
Mesud Yılmaz, Erdal İnönü, Tansu Çiller ve Demirel gibi isimler ise, ‘Erbakan zihniyetinin kazanması halinde sadece Türkiye’deki laiklerin değil, 200 yıla yakın zamandır kendilerine ümidle bağlanılan Avrupa’lıların da zarar göreceğini’ etkili Avrupa başkentlerindeki muhatablarına açıkça söylüyorlardı..
İslâmköylü Demirel ise, ‘Ben Çankaya’da olduğum müddetçe cesedimi çiğneyip geçmedikçe şeriatçiler zafer kazanamazlar; öyle bir başsavcı tâyin ettim ki, ateş gibi..’ diyordu.
Yani, ‘İslamî’ bir sosyo-politik dalga yaklaşırken, ‘geliyorum’ diyen bir askerî darbenin ayak sesleri de duyuluyordu.. YÖK, Üniversite ve medyadaki sivil generaller, asker generallere akıl veriyorlar, kışkırtılmış laik gençler ‘Ordu Göreve…’ pankartları açıyorlardı..
*
Ve 24 Aralık 1995 Genel Seçimlerinde birinci olan Erbakan’ın Refah Partisi, aylarca süren hükûmetsizlik döneminden sonra, Tansu Çiller’in liderliğindeki DYP ile karma hükûmet kuruyorlardı..
Ama, henüz 6 ay bile geçmeden laik -şerr güçler bu hükûmetin dağıtılması gerektiğini düşünmeye başlamışlardı..
O sırada Abdullah Gül başkanlığında bir heyet Amerika’ya yaptığı bir gezide, Amerikan Dışbakanı Madeleine Albrigth’la görüşürken, çevik bir general de heyetteydi ve ‘Ben ve arkadaşlarım bu hükûmetin devamına müsaade etmiyeceğiz..’ diyordu, küstahça.. Albrigth ise, ‘Karşımıza yeni bir Cezayir problemi çıkmasın, bu işi parlamento aritmetiği yoluyla yapın..’ diyerek akıl veriyordu.. Ve öyle de olacak, DYP’den toplu istifalar sağlanarak Hükûmet Meclis’te ekseriyeti kaybedip düşecekti..
Tablonun daha iyi anlaşılması için belirteyim ki, Erbakan, o günlerde en etkili sayılan müslüman ülkelerden 8’inin katılımıyla ‘D-8’ler Hareketi’ni oluşturmuştur. Ve o günlerde etkili Avrupa devletlerinden birinin elçisi, Türkiye’deki hizmet süresi bitmeden önce, Başbakan Erbakan’a vedâ için gider, diplomatik teamül gereği....
Görüşme sırasında Erbakan, yabancı elçiye, ‘Siz Gelişmiş Ülkeler olarak G-7’leri kurmuşsunuz.. Şimdi biz de D-8‘leri kurduk, dünyanın zenginliklerini, tek taraflı olarak değil, âdilâne bir şekilde bölüşeceğiz..’ der
Bu sözleri işiten b.elçi, İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker’le görüşürken, ‘Atatürk’ün rejiminde böyle düşünen bir başbakan olduğunu görünce küçük dilimi yutacak oldum..’ der. Toker de, ‘Ben de aynı duruma düştüm..’ diye yazarak anlatmıştı o ilginç görüşmeyi..
Daha ne anlatalım, 28 Şubat 1997 Zorbalığı’nın içerdeki mankurtların ve dışardaki ağababalarının eseri olduğunu anlatmama bunlar yetmez mi? Konu sadece tesettür ve başörtüsü zorbalığı ise, o zorbalığın sembolü idi..
*
1953’de, İran petrollerini millîleştirdiği için Şah’ın ülkeden kaçmasını sağlayan ve amma, 2 ay geçmeden, bir Amerikancı darbeyle ve General Zâhidî’yle eliyle iktidardan düşürülen Başbakan Muhammed Musaddıq, yargılandığı sırada, ‘Geri kalmış ülkelerin orduları, kendi ülkelerinin işgalcileri durumundadır..’ derken ne kadar özlü ifade etmişti, bu darbeci-zorba ve hain güçleri?
Bunlar hatırlanmadan, 28 Şubat 1997 İhaneti anlaşılamaz..
*
NOT: 28 Şubat 1997 Askerî Zorbalığı ve Darbesi’nin 25. Yıldönümü dolayısiyle, bu akşam, 20.30’da, Üsküdar- Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde yapılacak olan ve Burhan Kavuncu, Yıldız Ramazanoğlu ve Edib Emir Hoca’nın katılacağı programda bulunacağım, inşaallah..
*
YAZIYA YORUM KAT