1915 ve ahlak
Türkiye’de yaşanan bu akıl karışıklığının iyiye mi kötüye mi alamet olduğu hakkında düşünüyorum. Gerçekçi olmanın hiç sektirmeden kötümser olmak anlamına geldiği bir ülkede doğdum. Bildiğimiz, alıştığımız türden adaletsizlikler, ahlaksızlıklar, zalimlikler bizi hiç şaşırtmadı. Haliyle, kötümser olmak, değişim beklememek gibi aslında sağlıksız olan bir ruh hali, kendini sürekli kanıtlayan birer hayat bilgisine dönüştü bizlerde. Herkes kendine göre bir direnme yolu buldu. Kimisi müesses nizamın yanına geçti, o ahlakı kutsadı ve vicdanını ve cebini bu yolla tatmin etti. Kimisi hastalandı, kimisi ise ülkeyi terk etti. Akrabalarımdan birisi seksenli yıllarda Fransa’ya göçerken şöyle demişti: “Fakir ve adil olmayan bir devletin zengin ve imtiyazlı bir yurttaşı olsam dahi, zengin ve adil bir ülkede yaşayan fakir bir zavallı olmayı tercih ederim.”
Anlamak, sadece bir akıl yürütme süreci değil. İşin içinde ahlak ve değer yargıları da giriyor ve girmeli. Yoksa sosyal Darwinist’ler gibi kutsadığınız akıl sizi azınlıkların tıpkı doğadaki zayıf halkalar gibi yok edilmesi fikrini savunmaya kadar götürür. 19. yüzyılın antropologları siyahîler üzerine bilimsel deneyler yapıyorlardı mesela. ABD’deki bir çiftlikteki siyahî köleye özgürlüğünü bağışlamışlar, sonra o siyahînin hâlâ çiftlikte köleliğe devam etmesini de “Siyahîler insanaltı varlıklardır, özgürlük ve eşitlik gibi kavramları anlayabilecek fıtratta değillerdir” sonucuna ulaşmışlardı. Hâlbuki o siyahî eğer çiftlikten çıkarsa beyazlar tarafından hemen yakalanıp öldürüleceğini bilecek kadar akıllıydı. Yani o siyahî, beyazlardan çok daha akıllıydı.
İşte ahlak böyle bir şey.
Aklı, bir heykeltıraşın taşı yontarken kullandığı alete benzetirsek, ahlak ve vicdan da o taşın üzerinde durduğu kaide olarak betimleyebiliriz. İnsan uygarlığı, ya o kaideyi, ya da aleti yüceltti ve sonuç hüsran oldu. O taştan ortaya bir ucube çıktı.
Allah rahmet eylesin, cumhuriyetin ve siyasetin yetim çocuğu Aydın Menderes Hakk’ın rahmetine kavuştu. Arkadaşım Yıldıray Oğur ile dünkü Taraf nüshasında çakışan bir temayı yazmışız. Menderes ailesinin o ibretlik fotoğrafına içim isyanla dolu bakarken bunu fark ettim. Sadece 27 gün sonra asılacak olan bu ülkenin başbakanı, ailesi ile son kez görüşüyordu. Yassıada Komutanı Tarık Güryay denen o hazret, ailenin büyüğü pozunda tam ortada oturmuş, hâkim bir surat ifadesi ile sırıtıyor. Menderes ayakta, yüzünde o hüzünlü ifade var yine. Berin Hanım başta olmak üzere tüm aile yere dikmişler bakışlarını. Cellât ve kurbanlar aynı resim karesinde.
Bundan daha büyük bir zulüm olabilir mi!
Yüksel Menderes 42 yaşında intihar etmeden evvel şu notu bırakmış arkasında: “Hayatta kaderin tüm cilveleri beni buldu. Kötü hadiseler karşısında daha fazla tahammül gösteremeyeceğim. Artık yaşama gücümü kaybettim. Babamdan daha kötü gidiyorum.”
Ben de Van muhasarasından şans eseri kurtulup, soydaşlarının binlercesinin ölümünü izledikten sonra kendisini yeni dünyaya atan, burada da ırkçılık, önyargılar, fakirlik ve tabii ki milletinin başına gelenlerin acısı altında ezilerek yaşayan ressam Arshile Gorky’nin hikâyesini yazmıştım. O da vatanından binlerce kilometre uzakta, acı, öfke ve hasret içinde 45 yaşında kendini asarak intihar etmişti. Hayatı ve resmi 1915 acılarıyla yoğrulmuş, bütün varlık gücünü sanatından almaya çalışmış bir adamdı Gorky, asıl ismiyle Manuk Adoyan...
Evet, İttihatçıların ve onların zehirli mirasını devralan Kemalistlerin arasında ciddi bir “akıl ve ahlak” sürekliliği vardır. Arshile Gorky’yi öldürenle, Yüksel Menderes’i öldüren de işte bu aynı zihniyettir.
Ben bu zelil sürekliliği Sayın Erdoğan’ın görmediğini zannetmiyorum.
Ama verilen tepkiler gerçekten acı ve utanç verici...
Ben utanıyorum.
İnkâr hakkını ilkesel düzlemde savunmak başka bir şey, inkârın ahlakı ile aynı ahlakta buluşmak ise başka... Sayın Erdoğan, “Benim atalarım soykırım yapmaz, yapamaz” der, Fransa ve Sarkozy’nin ailesini soykırımcı ilan ederken hangi standardı kullanıyor?
Mesela, özrünü yeni dilediği Dersim katliamını yapanlar, İstiklal Mahkemeleri’nde suçsuz Müslümanları asanlar, Anadolu’da 300 bin Alevi’yi katleden Yavuz Sultan Selim mi Erdoğan’ın savunduğu ataları?
Yoksa, bir Müslüman, Kur’an emirleri gereği masum kanı dökemez, bir masumu öldürmek tüm insanlığı öldürmek demektir düsturunu sayanları mı kastediyor? Yani zulüm yapanların görünürde Müslüman olsalar bile, bu eylemleri ile Müslümanlıktan da insanlıktan soydan da çıktıklarını, yani ataları olamayacağını mı ima ediyor?
Herhalde ikincisi olsa gerek...
O zaman neden 1915’in katillerine ata muamelesi yapıp onların suçlarını üstüne alıyor? Neden bu farkı telaffuz etmiyor?
Ölenler Ermeni, Rum, Süryani, Hıristiyan oldukları için mi?
Ben bir Ermeni olarak, Türk diplomatları katleden katilleri değil, Arshile Gorky’yi, Sayat Nova’yı, Hrant Dink’i atam, soydaşım kabul ediyorum, onlarla övünüyorum.
Meraktayım, gerçekten, sizler ne dediğinizin farkında mısınız?
TARAF
YAZIYA YORUM KAT