1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. “19 Mayıs Bayramı”nın Hikâyesi ve Bitmeyen Faşizm
“19 Mayıs Bayramı”nın Hikâyesi ve Bitmeyen Faşizm

“19 Mayıs Bayramı”nın Hikâyesi ve Bitmeyen Faşizm

19 Mayıs, 23 Nisan vb. kutlamalar başta olmak üzere 1930’lar zihniyetinin tüm umdeleri, hem gençlik hem de daha geniş toplum kesimleri tarafından sorgulanmalıdır.

19 Mayıs 2020 Salı 01:43A+A-

19 Mayıs bu yıl koronavirüs salgınına denk geldiği için bir kesim tarafından asla vazgeçilmeyecek bir ibadet ritüeli olarak görüldüğünden farklı açılımlarla yine gündemde tutulacağı kesin. Bu ülkede Kemalizmin hakim güç olduğunun sembolü olarak kullanılan bu günlerin tarihini ve içeriğini tekrar hatırlatmakta fayda var.

Bahadır Kurbanoğlu / Haksöz

Her yıl olduğu gibi bu yıl da “19 Mayıs” tartışmalarının gündeme damgasını vuracağı günler gelip çattı. 

Her yıl, 19 Mayıs günü “Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak Türkiye'nin dört bir yanında stadyumlarda yapılan spor gösterileri ve törenlerle kutlanmaktaydı. Üzerinde “Gençlikten Atatürk Sevgisiyle Cumhurbaşkanına” yazan ve “Sevgi Bayrağı” olarak adlandırılan dev bir bayrak Kurtuluş Yolu’ndaki Tütün İskelesi’nden karaya çıkarılarak Samsun valisine verilirdi. Daha sonra bayrak, Cumhurbaşkanına sunulmak üzere genç atletlere teslim edilirdi. Samsun’dan yola çıkarılarak Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Kırıkkale'den sonra, 19 Mayıs törenlerinde, Ankara'da Cumhurbaşkanına sunulurdu.

Geçen yıl itibariyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeyle, stadyum gösterilerinin sadece Ankara’da olacağı, diğer illerde eğitimin aksamaması, velilerin ve öğrencilerin sıkıntılı durumlar yaşamaması adına sadece okullarda kutlanacağı bildirilmişti. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Eğitim-İş gibi dernek ve sendikaların yürütmenin durdurulmasına ilişkin açtıkları davaların sonucunda, Danıştay genelgenin yürütmesinin durdurulmasına karar vermiş, ilgili bakanlıksa bunun bir hukuk garabeti olduğunu dile getirmişti. Bakan Dinçer’e göre “…1980 yılından bu zamana kadar yönetmeliğin gereği olmayan pek çok iş ve uygulama aslında 19 Mayıs törenlerine dâhil edilmişti…” Yani bugüne dek yapılan ek törenlerin zaten yönetmelikte yer almadığı ve kendilerinin yönetmeliğin uygulanmasını normalleştirmeye çalıştıklarını vurgulamıştı.

Dinçer; “Yukarıdan, otoriter bir tarzda bayram kutlama şekillerinin, toplumun benimsemesine engel sonuçlar doğurduğunu” vurguladıktan sonra “Bu yüzden şunu söylemekte yarar görüyorum, şimdi yönetmelik değişecek, yönetmelik için gerekli hazırlıklar yapılıyor, biliyorsunuz, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamı kutlama şekilleriyle alakalı ortak bir çalışma yürütüyordu. O çalışma neticelendi. Onunla ilgili yeni bir yönetmelik çıkacak. Bu kez biz sadece 19 Mayıs’ı değil, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u ve 29 Ekim’i kutlama yöntemini hep birlikte yeniden düzenleyeceğiz” ifadelerini kullanmıştı.

Son söz olarak da şunları vurgulamıştı: “Buradan bu davayı açan arkadaşlarıma da küçük bir mesajım var. Onlar davayı açarken, ‘biz bu bayramı coşkuyla kutlama hakkına sahibiz’ diyorlardı. Evet, bu ülkede yaşayan herkes bu bayramı coşkuyla kutlama hakkına sahiptir ama o kutlama yöntemiyle alakalı süreçleri belirleme hakkı da bu ülkenin hükümetine aittir.”

Tabiidir ki kamuoyunda yoğun bir tartışma ortamı oluşmuştu. Kemalist kesimler Milli Eğitim Bakanlığın’ın genelgesini “karşı devrim” söylemleriyle nitelerken, Bakanlığın ‘eğitimin aksamaması’ savunusunu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öğrencilere yönelik yarıyıl tatili içerisinde başlattığı Umre ziyareti uygulamasıyla karşılaştırmışlardı. Milli bayram-dini bayram karşılaştırmalarını, Kemalist kesimlerin Atatürk cumhuriyetinin elden gittiğini, Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği bayramın diğerleri gibi sönükleştirilmeye ve unutturulmaya çalışıldığı söylemlerini dillendirdiği bir tartışma süreci yaşanmıştı.

Bahsi geçen uygulamayı savunan cenah da; bu bayramların biçim ve içeriğinin, Mussolini’nin İtalya’sında, Hitler’in Almanya’sında, Stalin’in Rusya’sında, Mao’nun Çin’inde kaldığı, hatta bugün bu şablonu sürdüren tek ülkenin Kuzey Kore olduğu ve bu uygulamaların faşist yönetim tarzlarından kalan uygulamalar olduğunu savunmuştu.

Mesela Taraf Gazetesi konuyu manşetten “Kuzey Korecilik oynamaya son”, “19 Mayıs stad faşizmi bitti” başlıklarıyla işlemişti. Haber spotunda “Cumhuriyet’in bir kulesi daha yıkıldı. Milli Eğitim Bakanlığı, 19 Mayıslarda stadlarda sergilenen ve artık sadece Kuzey Kore’de kalan faşizan törenleri kaldırdı. Ankara hariç. Gençler artık o rükuş kıyafetleri giymeyecek, kartonlarla Atatürk yazmayacak, kule oluşturmayacak” ifadeleri yer almıştı.

Bu yıl ise başkentte 19 Mayıs Stadyumu'nda binlerce öğrencinin katıldığı gösterilerin yapılmayacağı kamuoyuna yansıdı. Ankara Valiliği, gündüz Ankara Arena Kapalı Spor Salonu'nda ve Gençlik Parkı'nda tüm vatandaşların katılacağı bir gösteri ve şenlik hazırlığı yaptığını bildirdi. Bu da yeni yönetmelikle birlikte, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve devlet protokolünün katıldığı 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı resmi törenleri tarihe mi karışıyor sorusunu beraberinde getirdi. Bunun yerine Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç tarafından, günün anlam ve önemini belirten mesajını medya aracılığıyla duyuracağı ve her 19 Mayıs'ta sergilenen Samsun'dan getirilen bayrak ve toprağın teslimi gibi uygulamalar da yapılmayacağı bildirildi.

“19 Mayıs” Ne Zamandan Beri Bayram?

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; 19 Mayıs, 12 Eylül askeri darbesine kadar“Spor ve Gençlik Bayramı” idi. 12 Eylül sonrasında, aynı zamanda “Atatürk’ü Anma Günü” olarak da kutlanmaya başlandı.

Yani 12 Eylül darbecileri, içeriğinde Atatürk’ün bolca anılmasına, ona yönelik her türlü tazimin gerçekleştirilmesine rağmen, bu bayramın ismini dönemsel olarak ihtiyaç duydukları bir politik tutumla “Atatürk’ü Anma” ibaresiyle pekiştirme kararı almışlardı. Resmi ideolojiye bağlılığı her alanda ve toplumun her katmanında yeniden pekiştirme arzusu, bu ideolojik katkıyı beraberinde getirmişti.

1981 yılında çıkarılan 2429 sayılı kanun ile bayramın ismi “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” oldu. Dönemin darbecileri “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” diyen Atatürk’e duyulan büyük saygının ifadesi olarak açıklamışlardı bu kanunun sebebini. İşte Samsun’dan başlayan ve Ankara’da son bulan “19 Mayıs Koşusu” da o tarihten itibaren yapılmıştı.

Tarihsel olarak bakıldığında da bu bayram günü, Atatürk’ün, Anadolu’da milli mücadeleyi başlatmak üzere 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığı günün yıldönümü olarak; 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla milli bayram olarak kabul edilmişti.

Neden 1938’e Kadar Beklenildi?

“Böyle önemli bir günü bayram ilan etmek için neden 1938’e kadar beklenildi?” sorusunun kısa cevabı, dönemin Kemalistlerinin de bu günün önemini idrak etmekte bir parça zorlanmalarıdır denebilir! Aslında Nuriye Akman’ın 1995 yılında Cemal Kutay ve İsmet Bozdağ ile gerçekleştirdiği röportajlar dizisi olmasaydı, bizler de bunu öğrenmekte gecikecek ya da zorlanacaktık, denebilir.

O röportajda Nuriye Akman, İsmet Bozdağ’a şöyle soruyor:

-Sayın Bozdağ, 19 Mayıs milli mücadele tarihinde çok önemli bir gün. İlk ne zaman kutlandı?

- Yıl 1936. Günlerden 19 Mayıs. Atatürk Dolmabahçe’de, yanında Şükrü Kaya, Ruşen Eşref, Kılıç Ali, Salih Bozok, Mehmet Seydan, Nuri Conker var, konuşuyorlar. Birdenbire Atatürk soruyor: ‘Bugün günlerden ne?’

Diyorlar ‘Salı, Çarşamba’ neyse.

Ayın kaçı?  -19’u.

Aylardan ne? -Mayıs.

‘Ne oldu bugün söyleyin bakalım?' diyor.

Düşünüyorlar, 19 Mayıs’ta ne oldu?

Nuriye Akman şaşırıyor. “Bilmiyorlar mı? Nasıl olur?” diyor.

Bozdağ devam ediyor: “Nasıl bileceksin canım. O zamana kadar 19 Mayıs’ın lafı yok. Onun için soruyor Atatürk. Şimdi bunlar arıyorlar. ‘İzmir'in işgalinin 3'üncü günü’ diyorlar. ‘Ankara mitingi yapılmıştı’ diyorlar. Atatürk ‘değil’ diyor.

‘İsmet Paşa'nın Lozan'dan Gazi'ye çektiği telgraf’ diyorlar.

‘Hayır, o 1923'te, Mayıs'ta değil’ diyorlar. ‘Haliç Konferansı’ diyorlar.

‘İngilizlerle Irak meselesi üzerinde konuşmuştuk’ diyorlar.

Akman da bu kez gazeteci merakıyla, ‘Kim anlatıyor bunu size?’ diye araya giriyor.

İsmet Bozdağ yanıtlıyor:

Şükrü Kaya anlattı. ‘Terakkiperver Fırka’nın kapatılması da bu aylarda olmuştu’ diyorlar. Atatürk, ‘Bırakın yahu bunları’ diyor. ‘Öyle bir şeydir ki bu, ülkenin kurtuluşudur’. Yine bulamıyorlar. En sonra Şükrü Kaya hatırlıyor, ‘Bu sizin İstanbul'dan ayrıldığınız gün mü?’ deyince ‘Yaklaştın’ diyor, ‘Samsun’a çıktığımız gün’. Sonra, ‘Asıl yapacağınız bayram bu’ diyor. Ertesi sene 19 Mayıs’ta Şükrü Kaya’nın tertibiyle 19 Mayıs Bayramı kutlanıyor.”

Nuriye Akman bu kez röportaj yapmakta olduğu diğer tarihçi Cemal Kutay’a dönüyor.

Aralarındaki konuşma aynen şöyle: “Sayın Kutay, Atatürk, bunca yıl neden bekledi 19 Mayıs’ı bayram yapmak için?”

Kutay: “19 Mayıs, 23 Nisan1 Hakimiyeti Milliye Bayramı’nın felsefesi içinde ele alındı. Biz Atatürk’ün gazetesi Hakimiyeti Milliye’de 23 Nisan literatürünü yaparken, bunun başlangıç gününün 19 Mayıs olduğunu söylemekle yetiniyorduk. Ayrıca kutlanması hatıra gelmemişti.2

19 Mayıs’ın ayrıca bayram olarak kutlanması kararı bence Atatürk’ün hastalığının acı bir gerçek olarak ortaya çıkması ile ilgilidir.

Artık ömrünün kısa olduğu kabul edilince O’nun hayatında önemli olan günler daha derinden anılmaya başlandı.”3

Afet İnan da, bu tarihi 1937 olarak hatırlar. Hatta “İtalya ve Almanya’da sivil ve askeri resmi geçitler rağbette idi” diye de resmi geçitlerin ve törenlerin ilham kaynaklarına da işaret eder. İnan, Atatürk’ün kısa süreliğine de olsa katıldığı 19 Mayıs resmi geçidi ve spor törenlerinin tenkit edildiği, sönük ve yetersiz bulunduğunu da aktarır. (A.İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 1968)

Selim Sırrı Tarcan, Jimnastik, Gençlik, Bayram ve Yükselen Faşizm

Aslında 19 Mayısları doğuran ve içeriğini oluşturan şartlar, dönemin pozitivist modernleşmeci ve mukallit unsurları irdelenmeden tam olarak anlaşılamaz. Bu bağlamda tüm ilhamını Batı’dan alan yeni bir rejimin şekillendiği bu dönemde tarihten, dilden, dinden, halktan, gençlikten, spordan, bedenden, zihinden, sağlıktan, akıldan, bilimden vs. bahsettiğiniz her dem, aslında aynı zamanda rejimden, onun sacayaklarından, onun neyi nasıl inşa etme arzusu taşıdığından bahsediyorsunuz demektir. Yani sadece, masumane bir şekilde “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” gibi nötralize edilmiş ve sağlık sektörünün ilgi alanına giriyormuş gibi görünen bir husustan değil, ferdin içinde fena bulduğu örgütlü sağlam bir yapıdan, üst bir akıldan, bir yeniden yaratılış ve yapılanmadan, arzu edilen istikamete yöneltilmiş yepyeni bir nesilden söz ediyorsunuz demektir. Bu yeni ve biricik bir deneme değildir. Çevrenizde misalleri çoktur. Sizin bunları alıp adapte etme adına gösterdiğiniz çaba, bu “ortak vücuda”, “ulus”a eklemlenmenin samimi bir göstergesidir. Bunu da, Batı’ya gitmiş olan ya da Batı’daki örnekleri buralara getirebilme başarısını göstermiş olan fertler gerçekleştirecektir. Tıpkı ismini spor bültenlerinde sık duyduğumuz Selim Sırrı Tarcan’ın, sadece bir kapalı spor salonunun ismi değil, beden eğitimi, jimnastik, folklor ve sporun tüm dallarının “ulus inşası” ve modernleşme için kullanımının ideologu ve uygulayıcısı olduğu gerçeğindeki gibi.

Daha 1890’lı yılların sonundan itibaren beden eğitimi, jimnastik gibi, Batı’da gelişen spor dallarını Osmanlı’ya taşıyan Galatasaray Sultanisi mezunu Tarcan, İsveç’te iki yıllık bir eğitimin ardından Osmanlı’ya dönmüş ve İttihat Terakki döneminde (1910) Terbiye-i Bedeniye Müfettişi olmuştu. Savaş yıllarında ertelenen ve cumhuriyet dönemiyle yeniden gündeme gelen (Türkiye’de ilk beden eğitimi gösterisi Selim Sırrı’nın organizesiyle 12 Mayıs 1916’da erkek öğretmen okulu öğrencileri tarafından yapılmış, daha sonra erkek öğretmen okulu öğrencileri her yıl ve genellikle Mayıs ayı içerisinde bu gösterileri tekrarlamayı bir gelenek haline getirmişlerdir) “Jimnastik Şenlikleri”, “Mektepliler Bayramı”, “İdman Bayramı”,“Jimnastik Bayramı” adı altında devam eden bu gösteriler zamanla bütün okullara yayılmış, Milli Eğitim Bakanlığı 1927’den sonra bu gösterilerin düzenlenmesini üzerine alarak her yıl Mayıs ayının üçüncü haftasında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu gösteriler yapılmaya başlanmıştır

İşte 1938’de, 19 Mayıs gününün “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kanunlaşmasından sonra bu gösteriler de resmi bayram gününe alınmış, bu bayram için “dağ başını duman almış”4 marşı, “Gençlik Marşı” olarak kabul edilmiştir

Yani mesele sadece Batılı spor dallarını, yine Batılı bir felsefe ve mantaliteyle uygulama sahasına geçirmiş olmak değil -ki, bu her alanda gerçekleşti- aynı zamanda yeni dönemin siyasal koşullarının kavileştirilmesine ve bunun işlevselliğine sporu araç kılmaktır. Yani spor ve beden eğitimi, “ulusun bütünlüğünün pekişmesinde” önemli bir araçtır. Nitekim Selim Sırrı’ya göre de, iyi beden terbiyesi almış bir halk, çok iyi teçhizatlı bir orduya bedeldir. (Tarcan, Bugünkü Almanya, 1930)

Dolayısıyla “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” şiarı bir yandan Almanya ve İtalya’da gözlemlendiği gibi, sağlıklı ve zinde bir ırkın temellerini atmayı hedeflerken, diğer yandan da spor etkinliklerinin ulusal bir sosyalleşme ve kaynaşma yöntemi olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta Tarcan’a göre, 20. yüzyılın ilk yarısında “her millet fikirle beden arasında bir muvazenet tesisine çalışmaktadır.” (Tarcan, Garpta Hayat, 1929)

Bu mantalite Tarcan gibileri, mesela Zeybek oyununu Türklerin ‘milli oyunu’ haline getirme amaçlı olmak üzere, -ki Mustafa Kemal’in de bu hususta övgülerine mazhar olmuştur- oyunun Batılı bir forma sokulması, sert figürlerin yumuşatılması gibi denemelere de götürmüş ama maya birçok alanda olduğu gibi tutmamıştır.

O Sağlıklı “Beden” Ferde Değil Ulus (Başbuğ)’a Aittir!

Milli bayramlar, başbuğların yaşadığı dönemlerde onların iktidarını pekiştirme amacı taşımakla birlikte, aynı zamanda ölümlerinin ardından “tek adam”a bağlılık törenlerinin rejimi ayakta tutma ve sağlama alma, kitlelerin şuuraltına da bunu her daim zerketme adına kullanılmıştır. Bu meyanda Selim Sırrı’nın Osmanlı’ya getirdiği ve böylelikle İttihatçıların başlattığı “İdman bayramı” aslında 1860’lar Çek Milliyetçiliğinin üretimi olan “Kitle Jimnastiği” (Masse Gymnastic)’nin bir taklidi ve uzantısıdır. Ve bu mantık 1927’lerden itibaren dikta rejimiyle birlikte tüm ülke sathında uygulamaya konmuştur. 12 Eylül dönemi 19 Mayıs hazırlıklarının 3 ay öncesinden başlatıldığı ve öğrencilerin tamamen bu antremanlara koşullandığı dönemleri hatırlayanlar “kitle jimnastiği”nin o dönemlerde ne anlama geldiğini daha iyi kavrayabilirler.

Bir yüzyıl öncesine ait bu gelenek dönemin faşist iktidarlarınca başlatılmıştı. Almanlar, İtalyanlar, sonrasında Ruslarda birbirinden adeta kopya edilmiş şekilde ortak semboller ve figürlerle, askeri bando eşliğinde yapılan ve başındakine ‘komutan’ denen bu gösterilerdeki mantık aynı idi: Hepimiz bir bütünün parçalarıyız! Fert yok ulus var! Ulus tek bir bedendir! Bir kişi komut verir ve hep birlikte yürürüz!

Dolayısıyla “bayram” aslında “Lider/Başbuğ/Führer/Tek Adam” ile özdeşleşme demektir. Mesela 23 Nisan da aslında Çocuk Esirgeme Kurumunun sokak çocukları için planladığı bir gün iken, sonradan bir ulusal kült haline getirilmişti. 1932’lerde Alman hayranlığının hat safhalara ulaştığı dönemlerin ardından 1933’te Beden Eğitimi ve İzcilik Müdürlüğü5 ve ardından Gençlik ve Spor Bakanlığı (sonra Müdürlüğü) oluşturulmuştu. Halkevleri Nazilerin kopyası idi. Mussolini İtalyasında “Boş Vakitleri Değerlendirme Grubu/Örgütü”, Nazi Almanyasında “Kahkaha’dan Kuvvete” de olduğu gibi gençliğe rejimin bekçisi rolü yüklenmekte, bu yapılırken kesin bir itaat beklenmekte, emredileni yekvücut yerine getiren bir kitle resmi propaganda edilmekte ve ideolojik tapınma ve yönlendirme buna uygun olarak çizilmektedir.

İktidarı Pekiştirmede Bir Araç!

Peki, bu resimden uzaklaşılırsa ya da mesela daha iyi bir ‘Atatürk Türkiye’si arzu edilirse ne olur? Hemen ifade edelim ki, Başbuğ’un vazgeçemediği iktidardan, Başbuğ adına iktidar edenler hiç vazgeçemezler.

Geçen yılki 19 Mayıs tartışmalarında meşhur Albay Dursun Çiçek’in oğlu “daha güzel kutlama örnekleri” sıraladığı için şeriatçı ilan edilmişti. Yani bir nevi “Gençliğin elinden bayramları çalınıyor” diyen gafillerin uyandırılması için “Atatürk’ün emaneti Cumhuriyet çökertiliyor, bekçiler nerede?” korosu devreye girmişti! Durduğumuz yerden en ufak bir taviz verirsek gerisi gelir mantığı, aslında faşist ideolojilerin çok klasik bir savunu mekanizmasıdır. Aynı faşist mantık aynı zamanda “kütle jimnastiği”ne tabi tuttuğu gençliği bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca “güvenilmez” de bulmuştur. Gençlik her daim provokasyona müsaittir.

Biraz evvel sorduğumuz soruyu biraz daha pekiştirerek yineleyelim: Bırakalım Kemalizm’e muhalif gençliği, ‘Atatürk Türkiye’sinden ve Milli Mücadele ruhundan sapıldığını düşünen bir Kemalist-sol gençlik oluşmuşsa mesela, bu durumda rejim nasıl bir tutum takınır?

Hababam Sınıfı’ndaki o sahneyi hepimiz hatırlarız: Haylaz da eyyamcı da olsalar otoriteyi sorgulayan ve gerekirse bedel ödeyen bir gençlik vardır. Atatürk’ün devleti bozulmuşsa eğer, o haylazlıklarına ve hayatta pek çok şeyi alaya almalarına rağmen, bu hususta taviz vermeyen, gerektiğinde bu konuda “Gerçek Atatürkçüler” olarak öne atılan bir gençliktir bu. Yaşlı hocaları Gençliğe Hitabe’yi okumalarını istediğinde kopya çeker gibi yapar ve hocalarını aldatırlar. Mahmut hoca sınıfa girdiğinde hep bir ağızdan ezbere okurlar Gençliğe Hitabe’yi. Bunların içinden bazıları zamanla bir Mahir Çayan, bir Deniz Gezmiş olabilir. Hatta Samsun yürüyüşü örneğinde olduğu gibi “Gazi Mustafa Kemal’in milli kurtuluşçu saflarında buluşalım!” diye de haykırabilir. Ama “kütle jimnastikçileri” bunları aykırı ya da dönemin resmi iktidar ideolojisine “fazla” bulup pekâlâ harcayabilirler. Aslında istenilen seviye Hababam Sınıfı’nın bilinç ve sadakat düzeyinin aşılmamasıdır.

İktidar Kullanır, Gerektiğinde Harcar!

“Kütle jimnastikçileri”nin ya da “İzci başları”nın ‘gençlik’in her an aldatılmaya müsait olduğunu düşündüklerinden söz etmiştik. Aslında “Kimse Kızmasın…”ın yazarı Hasan Cemal’in 12 Mart öncesine ilişkin hatırlattıkları bunun veciz bir örneğini oluşturmaktadır. Evet, gençlik aldatılmaya müsaittir ama sadece bununla iktifa edilmez. Anayasa’ya ‘gençliği koruma’ ibaresi koyanlar, aynı gençliği kullanırlar da! Gençliğin bir başına bırakılmaması gerektiğini savunanlar, bir yandan “tapınma bayramları”nda ona “dağ başını duman almış”ı söyletirken, diğer yandan darbeci emellerinde onları kışkırtmaktan ve yönlendirmekten geri durmazlar. Hasan Cemal’in anlattıklarına “Tan Matbaası baskını”nı, 1934 olaylarını, Harbiyeliler yürüyüşünü, DP’lilerin gençleri kıyma yapıp et balık kurumuna sattıkları şayialarını, 27 Mayıs öncesi İstanbul, Ankara olaylarını sıralayabiliriz. 9 Haziran 1960’ta devasa bir törenle Anıtkabir’e gömülen gençlerin, 12 Eylül darbesinden sonra -devletin kendileriyle işinin bittiğini itiraf edercesine- Anıtkabirden kemiklerinin toplanarak başka yerlere gömüldüğünü örnek verebiliriz.

“10 yılda 15 milyon genç yarattıkları”nı büyük bir gururla ifade edenlerin 10. Yıl Marşı’nın güftekârı Faruk Nafiz Çamlıbel’i 27 Mayıs’ta yargılayabilmiş olması, “ailesine kendisini Kemalist yetiştirdikleri için şükranlarını sunan” Deniz Gezmiş’e bedel ödetilmesi örneklerinde olduğu gibi mezkûr faşist güruhun “hababam halkı” dışında bir “kütle”ye ihtiyaçları yoktur. Onların nazarında bunlar “halk” ya da “gençlik” olarak görülmez. 19 Mayıs’ın bütün o görkemli gösterileri içinde yer alanları nasıl gördüklerinin de birer ispatıdır aslında bu örnekler.

Tabii bu tabloyu tersinden okuduğunuzda, İnkılap tarihi derslerindeki mantığın tarihin tartışılabilmesi ve gerçeklerle yüzleşmeye değil de “gençlik güdülmelidir” felsefesine dayandığı ve Deniz Gezmiş örneğinde de görüldüğü üzere bunda belli ölçüde başarı sağlandığı da unutulmamalıdır. Bu öyle bir başarıdır ki, Ata’sının başlattığına inandığı bir yolda canını verebilmeyi göze alan ve başına gelenlerin aslında bu büyük yalanın bir parçası olduğunu anlayamayacak kadar akıllarını dumura uğratmış gençler oluşturabilmiştir.

Dolayısıyla 19 Mayıs, 23 Nisan vb. kutlamalar başta olmak üzere, bu faşist güruhun hala canlı tutmaya çalıştığı 1930’lar zihniyetinin tüm umdeleri, hem gençlik hem de daha geniş toplum kesimleri tarafından sorgulanmalıdır. Çünkü bunların kendi iktidarları adına ve “halkları hababamlaştırmak için” ürettikleri tüm tabular büyük bir paradigmal yalanın küçük birer parçalarıdır. Ve bu tablodan insanlığa en ufak bir katkı/hayr sadır olmaz. Atatürk büstünü devirdi diye ineklerin sürgün edilip, sahiplerinin yargılandığı ve yıkılan Atatürk büstünü ıskartaya almaktan çekindikleri için törenle gömenlerin bulunduğu bir ülkede, çalının etrafında dolaşmayı terk edip daha cesur sebepler ve gerçeklere dayanarak bu tabulardan kurtulmayı amaçlayan çabalara yoğunluk kazandırılmalıdır. Yaklaşık doksan yıllık “emek” süreciyle üretilmiş inkılap tarihi nesilleri hangi bayramı hangi coşku ile kutlamayı arzu ediyorlarsa bunu yapma hakkına sahiptirler. Ancak bu cuş-u huruç bütün bir memleket sathına yukarıdan aşağıya dayatılmaktan vazgeçilmelidir. Yani bu törenlerin sadece okullara alınmış olması yetmez. Hükümet yetkilileri çalıyı dolaşma adına “daha coşkulu kutlansın diye” ibaresini popülist bir siyasal dil olarak benimsemiş olabilirler, ancak söz konusu olan bizlerin çocukları ise, bu gençlik Ata’ya ya da devlete değil, önce Allah’a sonra da ailelerine emanettir. Din günü Rabbimizin sorularını “çalı dolaşarak” cevaplayamayacağımıza göre, birçok konuda olduğu gibi bu törenler konusunda da okullardaki zorunlu dayatmalar da ortadan kaldırılmalıdır. Müslümanlar ise hükümet genelgeleri hangi hızla ve ne içerikle çıkıyor olursa olsun, çocuklarını bu “kütlesel girdap”tan korumalıdır.  

--------------------------------------

Dipnotlar:

1- Bayramın “Atatürk tarafından çocuklara armağan edildiği” hikayesi 1983'te 12 Eylül darbecileri tarafından icat edilecekti. Ayrıca, ilk “Çocuk Bayramı” Cumhuriyet döneminde değil, 2 Mayıs 1916’da ilan edilmişti. Çocuk Esirgeme Kurumu (Himaye-i Etfal Cemiyeti) da 23-29 Nisan günlerini ilk defa 1929’da “Çocuk Haftası” olarak kutlamıştı. 27 Mayıs 1935’teki kanunla “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak ilan edildi. 12 Eylül darbesinden sonra ise, her alanda olduğu gibi bu alana da el atıldı ve 1 Ekim 1981’de çıkarılan kanunla “Milli Hakimiyet ve Çocuk Bayramı” organizasyonuna Çocuk Esirgeme Kurumu da dahil iken, MEB’e devredildi.

2- Tabii bu anlatıya şu versiyonu da eklemek gerekir ki; 1926’dan itibaren ’19 Mayıs’ta sadece Samsun’da yerel olarak ‘Gazi Günü’ olarak kutlanmakta idi. 19 Mayıs’ın milli spor günü olarak kutlanması ve adının da “Atatürk Spor Günü” olması 1935’te başta BJK Spor Kulübü olmak üzere Galatasaray ve Fenerbahçe’nin ortak girişimiyle söz konusu olmuş, hatta Ahmet Fetgeri Bey, bu günü tüm gençliğe mal etmek için “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” olarak her yıl kutlanmasını teklif etmiştir.

3- 20 Mayıs 1935'te Meclis'te gö­rüşmeye başlanan “Ulusal Bayram ve Genel Tatil­ler Hakkında” 2739 Sayılı Kanun tasarısında 19 Mayıs’a dair herhangi bir ibare yoktu. Hâlbuki bu kanunla 23 Nisan, Ulusal Egemenlik Bayramına dönüştürülmüş, 29 Ekim Cumhuriyet, 30 Ağustos Zafer bayramı olarak onaylanmış, Hakimiyet Bayramı kaldırılmış, 1 Mayıs, Bahar Bayramı, 1 Ocak Yılbaşı Günü yapılmış, Şeker Bayramı'nın üç, Kurban Bayramı’nın dört gün tatil olması kararlaştırılmıştı. Dahası, İstanbul'daki spor kulüple­rinin ilk Atatürk Günü de 24 Mayıs 1935'te kutlanmıştı.

4- Selim Sırrı Tarcan, İsveçli Felix Korling’in “Tre Trallade Jantor” (Tralalla Diyen Üç Kız) adlı şarkısını, “Gençlik Marşı” adıyla uyarlamış; sözlerini ise Ali Ulvi Elöve yazmış.

5- İzcilik de ilk olarak 1914’lerde Osmanlıya ithal edilmiş ve Enver Paşa’nın da önem verdiği konular arasında idi.

 

Kaynak: Haksöz Dergisi / Sayı: 266 / Mayıs 2013

HABERE YORUM KAT

5 Yorum