1. YAZARLAR

  2. RIDVAN KAYA

  3. 15 Temmuz muhasebesi
RIDVAN KAYA

RIDVAN KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

15 Temmuz muhasebesi

15 Temmuz 2022 Cuma 12:45A+A-

Bugün 15 Temmuz darbe kalkışmasının ve darbeye karşı direnişin 6. yıldönümü. Tüm Türkiye’de anmalar, kutlamalar yapılıyor. Bu vesileyle haksızlığa, zulme karşı şahitlik bilinciyle ayağa kalkan, Müslümanlara yönelik düşmanlığa geçit vermemek için o gece sokaklara çıkan ve darbecilerin kurşunlarıyla, bombalarıyla mazlum olarak can veren tüm Müminlere Rabbimden rahmet, yaralanan, sakat kalan, bedel ödeyen tüm kardeşlerimiz için de şifalar diliyorum.

Bugün pek çok yerde büyük kalabalıklar yıldönümü vesilesiyle meydanlarda olacaklar, darbecileri bir kere daha lanetlerken Erdoğan’ın arkasında olduklarını da beyan edecekler. Bizler açısındansa 15 Temmuz ve sonrası süreç farklı boyutlarıyla değerlendirilip, tahlil edilmeyi gerektiriyor. Önce zalimce, vahşice bir kalkışmanın meydana getirdiği korku, öfke ve hüzne; ardından bir anda umudumuzu ve sevincimizi yükselten direnişe şahitlik ettik. Sonrasında ise birtakım aşırılıklarla, sapmalarla sevincimize gölge düşüren bir süreç yaşadık.

Yaşananları topluca değerlendirmeye ve tahlil etmeye mecburuz. Bu çaplı bir hadiseye belli bir boyutunu öne çıkartarak bakmak bizi yanlışa sevk eder. Yoğun bir süreçti yaşadığımız şey ve halen de devam etmektedir, artılarıyla eksileriyle değerlendirilmelidir.

Kazanımlar ve Kayıplar

Öncelikle 15 Temmuz’un darbeciliğe karşı bir bilinç inşası noktasında büyük bir hadise olduğunun altını çizelim. Bu ülkede darbeler sıradandır ama direniş sürpriz olmuştur. Asker korkusunun, tank korkusunun tasfiyesinin büyük bir kazanım olduğu tartışılamaz.

Açıkçası bu ülke halkının Allah korkusunun dahi çok ötesinde, iliklerine kadar sinmiş bir asker korkusuyla muzdarip olduğu hatırlanacak olursa 15 Temmuz gecesi ortaya konan direnişin değeri daha iyi takdir edilecektir. Bu büyük bir kazanımdır.

Ne var ki sürecin devamında karşılaşılan manzaralar bu kazanımı gölgelemiş; vatan, millet kutsaması devletin putlaştırılmasını, Atatürk ve rejimin sembollerini yüceltme vb. sapmaları da beraberinde getirmiştir. Bu eğilim pek çok dindar insanı tevhidi bir kavrayıştan uzağa sürüklediği gibi, geniş kitlelerde de gerçeklik algısını ciddi manada örselemiş; basit, sığ ve temelsiz yaklaşımların kolayca karşılık bulduğu, hamasetle örülmüş, sloganik düşünme biçimine yol açmıştır.

Haktan yana tavır almak yerine amigoluğu, taraftarlığı seçmek, adil tutum yerine duygusallıkla tercihte bulunmak genelde düşünme, sorgulama çabasını göze alamayan geniş kitlelerin temel sorunudur. Bu yüzdendir ki insanlar genelde sevdiklerinde hiçbir kusur, karşı çıktıklarında da en küçük bir meziyet ya da haklılık bulmazlar.

Oysa adalet bünyesinde aynı anda doğrular ve yanlışlar bulunduran, hem lehimize, hem aleyhimize hususlar barındıran siyasetlerin, hadiselerin, süreçlerin toptancı bir yaklaşımla değil, analiz edilerek, ayrıştırılarak değerlendirilmesini gerektirir.

15 Temmuz’da darbeye direnişi desteklememiz, Gülenci yapının ifsadına karşı mücadeleyi savunmamız darbecilikle mücadele adına her yapılanı onaylamamızı gerektirmez. Darbecilere karşı çıkmak kimliksel bir sorumluluğumuzdur. Bunu yaptık, her durumda da yapacağız inşallah! Ama desteklediğimiz bir siyasetin ya da eylemin ya da düşüncenin doğru yanlış içerdiği her şeyi tartışmasız kabullenme gibi bir yanlışa da Allah’ın izni ve yardımıyla düşmeyeceğiz.

15 Temmuz sonrası süreçte iktidarın ortaya koyduğu ve dindar camianın da kahir ekseriyetiyle şerhsiz, sorgusuz destek verdiği politikalar çok yaygın ve sistematik biçimde adaletsizlikler içermiştir. Politik düzeyde ciddi sapmalara, kirli şaibeli ittifaklara yol açmıştır.

Hududullahı Gözetmek

Şüphesiz olumlu adımlar da yok değildir, hatta çoktur. Örneğin İslami kimliğin devletin her biriminde, kamusal alanın tamamına taşınması önemli bir gelişmedir. Kemalist bürokratik vesayet anlayışının kırılması çok önemlidir ama öte yandan bir tür pazarlık mantığıyla dindar kesimlerde, hatta öncü bilinen isimler arasında Türklük ve Mustafa Kemal vurgularının yaygınlaşması da görmezden gelinemez.

Süreç tümüyle bir yanlışlar dizisi değildir elbette, olumlu adımlar da atılmaktadır ama sadece olumlu işlere odaklanıp yanlışların üzerini örtemeyiz. Niçin, çünkü doğru ve yanlışın ölçüsünü biz koymadığımız gibi tahammül sınırının, kabul etme, idare etme eşiğinin ne olması gerektiği de bize kalmış bir iş değildir. Rabbimizin sınırları, hududullah söz konusudur.

Yaşanan sürece baktığımızda çok şey de kaybettiğimizi görmek zorundayız. En başta adalet mefhumu basit bir ayrıntı gibi algılanmaya başlamıştır. Hukuk ciddi ölçüde araçsallaşmıştır. “Eğer bize, sevdiklerimize, tuttuklarımıza fayda sağlıyorsa adaletsizlik sorun teşkil etmez” şeklinde bir eğilim semirmiştir.

Yanlışlara karşı çıkmak, uyarmak, zulümden teberri etmek yerine iktidarın kerhen ya da mecburen değil, iradi biçimde ortaya koyduğu hata ve haksızlıklara sürekli mazeret üretilme tutumu sergilenmiştir. KHK’lar örneğinde olduğu gibi, alabildiğine yaygınlaştırılan örgüt üyeliği iddialarında olduğu gibi kitlesel suçlamalara, haksız yargılamalara ve cezaevlerinde uygulanan hak ihlallerine göz yumulmuştur.

Hukuku Hatırlamak ve Hatırlatmak

Her vesileyle peki darbe suçu ve işlenen cinayetler ne olacak diye soruluyor. Oysa hüküm açıktır. Şu temel hukuki esasların bir kere daha altını çizelim:

1-Kısas faile, bizzat suçluya yapılır, suçluyla ilgili, irtibatlı görülenlere değil. 2- İşlendiği tarihte suç teşkil etmeyen bir fiilden dolayı insanlar suçlanamaz. 3- Suç somut delil gerektirir, şüpheyle ceza verilmez. Eğer şüphe mevcutsa şüpheden sanık yararlanır. 4- Beyan esastır.

Bazen duyuyoruz, “iyi ama biz bu insanların saklasalar da asıl olarak darbeyi desteklediklerini biliyoruz, ellerine fırsat geçse neler yapacaklarından eminiz” deniyor. Bu zan kişisel ilişkileri belirlemek için bir ölçü olabilir ama hukuken bir mana ifade etmez, delil olma özelliği yoktur.

Müslim’in tahric ettiği bir hadise göre, Halid ibni Velid ganimet taksimi sırasında Resulullah’a (s) dil uzatan bir kişiyi öldürmek için izin istediğinde Resulullah o kişinin namaz kılan biri olabileceğini söyleyince Halid ‘Kalbinde olmayanı dili ile söyleyen nice namaz kılanlar vardır.’ der. Bunun üzerine Resulullah (s): ‘Ben insanların kalplerini araştırmakla emrolunmadım.’ Buyurur.

Merhamet Hissini Yitirmemek

Maalesef bu süreçte belki de en büyük kaybımız merhamet hislerimizin zayıflaması, yitirilmesi olmuştur. Bakın Allah Resulü (s) ne buyuruyor: Cerir b. Abdullah rivayetiyle Sahiheyn’de nakledilen bir hadiste “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” (Buhari, Tevhid, 2; Müslim, Fedail, 66)

15 Temmuz sonrasında gelişen anlayış, hakim kılınan anlayış ise ne yazık ki bunun tam tersidir, geçerli görülen mantık “acıma, acırsan acınacak hale gelirsin” şeklindeki cahiliye mantığı olmuştur. Bu merhametsiz tutumun yaygınlaşması neticesinde “insanları nasıl kazanacağız, gelecek nesilleri nasıl kuşatacağız” sorularının görmezden gelindiğine şahitlik ediyoruz.

Acıma yerine nefret, kazanma yerine intikam; affetme yerine cezalandırma mantığı bu ülkeye, bizler hiçbir şey kazandırmamış ama çok şey kaybettirmiştir. En acısı da bazı Müslümanlar arasında bu anlayışın kabul görmesidir. Oysa Resulullah’ın (s) sünneti açıktır. O, güç kazandığında, düşmanını yendiğinde artık onu imha etmeyi değil, dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu yaklaşımla Ebu Sufyan b. Harb gibi, Halid b. Velid gibi, Saffan b. Umeyye gibi, İkrime b. Ebi Cehil, Süheyl b. Amr gibi, Amr b. as gibi geçmişte İslam düşmanlığında simge olmuş şahısları bile affetmiş ve onlara kucak açmıştı.

Mekke fethedilince Resulullah (s) Kabe’nin anahtarlarını getirtip putları kırdı ve iki rekat namaz kıldı. Öğle namazında Bilal’i Kabe’nin damına çıkartıp ezan okuttu. Namazı kıldırdıktan sonra toplanan Mekkeli müşrik topluluğa “size ne yapacağımı sanıyorsunuz” diye sordu. “iyilik umuyoruz, sen asil bir kardeş ve asil bir amca oğlusun” dediler. Bunun üzerine “Ben size kardeşim Yusuf’un dediğini diyorum: ‘Bugün size kınama yok. Allah sizi affetsin. O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 92) ayetini okudu.  

Resulullah (s) bu tutumuyla Allah Teala’nın şu emrini tatbik ediyordu. “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde sav. (Bir de bakarsın ki) seninle aranızda düşmanlık olan kimse, sıcak/samimi bir dost oluvermiş.” (Fussilet, 41/34)

Bu tutum çok mu zordu, tarihte mi kalmıştı, bugün artık uygulanamaz, tekrarlanamaz bir tavır mıydı? Hayır, neden öyle olsun ki! İşte Taliban Afganistan’da bu erdemliliği göstermiş ve Ümmet adına büyük bir kazanım elde etmiştir.

Bizi de ilzam eden, bizi de içen birtakım gelişmeler yaşanıyor. Görmezden gelmek, umursamamak Mümin tavrı değildir. İtiraz etmek, hakkı hatırlatmak zorundayız. Yanlışa yanlış demeye mecburuz. Hakkı ve sabrı tavsiye etmekle, marufu emretmek, münkerden nehyetmekle görevliyiz. Hiçbir şekilde dilsiz şeytanlardan olamayız!

Allahu Teala bizi fitneden korunmaya çağırıyor. Sadece zulmedenleri değil, zulme gafil kalanları da kapsayacak bir azaba karşı uyarıyor: “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir.” (Enfal, 25)

Uçlara Savrulmamak

Uyarırken, tavır alırken de elbette ölçüler dahilinde hareket edeceğiz. Bir uçtan diğer uca savrulmamaya dikkat edeceğiz. Maalesef bizim camianın son dönemlerde gelişen başka bir hastalığı daha var. Haksızlığa, yanlışa karşı çıkarken, çözüm olarak tepeden tırnağa yanlış adreslere müracaat edilebiliyor. Örneğin iktidarın hukuksuzluklarına tavır alırken, İslam düşmanlığında hiçbir sınır tanımayan, Ümmet düşmanı, muhacir düşmanı laik-Kemalist odaklarla paralelleşme görüntüleri verilebiliyor.

Tam burada haktan yana itirazımızı net bir şekilde dile getirirken, aynı zamanda Ümmetin, maslahatını da gözetmek durumunda olduğumuzu unutmayalım. Gidenin yerine kimin gelebileceği, hangi durumlarla karşılaşabileceğimiz hususunda da basiretli olmak gerektiğini bilelim. 15 Temmuz sonrasında iktidar politikalarının ürettiği mağduriyetlerden ötürü iktidarı eleştirirken yeni ve daha yaygın mağduriyetlere zemin hazırlayacak adımlara da kapalı olduğumuzu da ifade edelim. Eleştirimizin, uyarımızın düşmanlığa değil, her durumda düzeltmeye, ıslah etmeye yönelik olduğunu vurgulayalım.

İbni Teymiyye’nin (r) Mecmu’ul Fetava’daki şu hatırlatması nasıl bir ölçüyle hareket edilmesi gerektiğini çok net biçimde ortaya koymaktadır: “Şeriat maslahatları tahsil ve tekmil etmek, mefsedetleri tâ‘til (yok etmek) ve taklîl (azaltmak) için gelmiştir. İki maslahattan küçüğünü kaçırma adına olsa dahi büyüğü tercih edilir. İki mefsedetten büyüğünü def etme adına küçüğü tahammül edilir.”

Allahu Teala bizleri ve tüm kardeşlerimizi hakka tabi olanlardan, sadece hakkı esas alan, onu rehber kılanlardan eylesin! Yaşadığımız topluma ve bu toplumda idareciliği üstlenmiş kadrolara hatalardan, yanlışlardan ders çıkarmayı nasip etsin!

 

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum