12 Eylül’le hesaplaşmak!
12 Eylül deyince aklıma önce Diyarbakır ve Mamak askeri cezaevleri gelir. Bir de idam sehpaları takılır aklıma.
Diyarbakır ve Mamak’ın 1980’lerin ilk yarısındaki insanlık dışı koşulları, oralarda yapılan işkenceleri hissetmeye çalışırım.
Ve Felat Beyi hatırlarım.
Bir Diyarbakır gecesinde, “Genç olsam dağa çıkardım” diye yaşadığı büyük acıları bana anlatan rahmetli Felat Cemiloğlu’nu...
1980’in Kasım ayında, Mamak’ta dövülerek öldürülen İlhan Erdost’un ailesinin o geceki perişan hali, kucağında iki küçük çocuğuyla bir köşede sessizce ağlayan genç eşi gözümün önünde canlanır.
Uğur Mumcu, İlhan Erdost için yazdığı ama artık ertesi günü yayınlanamayacak olan makalesini eşine vermişti. Rahmetli Uğur’un yazısı çıkamayacaktı, çünkü askeri yönetim ölüm olayını haberleştirip birinci sayfaya koyabilen tek gazeteyi, Cumhuriyet’i kapatmıştı.
12 Eylül’ün idamları deyince aklıma elbette Erdal Eren gelir. Askeri yönetim tarafından bir hukuk skandalı sayılabilecek bir dosyayla, üstelik kemik yaşı büyütülerek 17 yaşında ipe çekilen genç insanı anımsarım.
Ve darbe lideri Orgeneral Kenan Evren’in televizyondan dinlediğim o tüyler ürpertici sözleri kulağımdan hiç gitmez:
“Şimdi ben bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan, bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim.”
12 Eylül deyince yalnız Diyarbakır ve Mamak askeri cezaevleri, işkenceler, idamlar gelmiyor aklıma.
Aynı zamanda askeri yönetimin demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan hakları ve özgürlükleri hiçe sayan siyasal bir rejimi Türkiye’nin sırtına bir deli gömleği gibi nasıl zorla geçirdiğini de biliyorum.
Bütün bunların Kürt sorununu nasıl içinden çıkılmaz hale getirdiğini, PKK’yı doğurup Güneydoğu’da yangını nasıl korkunç şekilde parlattığını da biliyorum.
Bu toprakların insanlarını daha iyi yaşatmak için kalkınmaya seferber edilecek kaynakların nasıl savaşa yatırıldığını, bundan kaynaklanan ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın bu ülkenin ileriye gitmesini nasıl engellediğini de çok iyi biliyorum.
Kısacası:
12 Eylül, son otuz yılda yaşanan birçok kötülüğün anasıdır. Ekonomide ve siyasette yıllar boyu yaşadığımız birçok büyük sorunun, çalkantının temel nedenidir.
Ve Türkiye ne yazık ki 12 Eylül askeri yönetimiyle bugüne kadar hesaplaşmamıştır. Sırtına silah zoruyla giydirilmiş olan ve gelişmesini bunca yıldır tökezlemiş olan deli gömleğini bir bütün olarak sırtından sıyırıp atamamıştır.
Siyaset yelpazesindeki partiler bugüne kadar hep birlikte oturup dört dörtlük bir demokratik anayasal çerçeveyi kurmayı başaramamışlardır.
Biliyorum, söz yine uzadı.
Ayrıca, yıllardır yazılıp çizilen konular...
Ama Türkiye hâlâ ‘korkuları’ndan tam kurtulabilmiş değil. Hâlâ seçim sandığına, hâlâ halkına ve onun oyuna güvenemiyor.
Ve hâlâ tüm farklılıklarıyla, renkleriyle barış ve huzur içinde yaşayabilecek bir demokratik hukuk devleti çatısını kuramadı Türkiye...
Bir gerçek çok yalın:
Siyaseten hâlâ olgunlaşabilmiş değiliz.
Uzun lafın kısası:
Ben önümüzdeki 12 Eylül’de halkoyuna sunulacak 26 maddelik anayasa değişikliği paketini Türkiye’nin siyaseten olgunlaşması yolunda yeni bir adım, yeni bir fırsat olarak görüyorum.
Biliyorum, 12 Eylül Anayasası ilk kez değiştirilmiyor.
Biliyorum, eksiği gediği çok bu paketin.
Biliyorum, hayır için bahane üretmek de güç değil.
Her şey bir yana.
Bir nokta yine vurgulanabilir:
Hükümete bir çok bakımdan muhalif olabilirsiniz. Ancak, dünkü yazımda da belirttiğim gibi, hükümetin ‘yanlışları’na karşı çıkmak, ‘doğruları’na ille de sırtınızı dönmeyi gerektirmiyor.
Siyah beyaz muhalefet anlayışından bu ülke çok çekti. İktidar oyununda yapıcı olmak herkesin yararına diye düşünüyorum.
Galiba Anayasa Mahkemesi bile sonunda bu noktayı fark etmeye başladı.
Tatil öncesi siyaset notlarının beşincisi yarın.
MİLLİYET
YAZIYA YORUM KAT