11 Eylül'den yirmi üç yıl sonra, ABD şiddetine maruz kalan Müslümanlar adaleti hak ediyor
Teröre karşı savaşta hedef alınan Müslümanlar, mağduriyetlerinin kabul edilmesi bir yana, kendilerine karşı işlenen suçları ele alacak hiçbir mekanizma bulamadılar.
Dr. Maha Hilal’in Middle East Eye’de yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz-Haber için tercüme etti.
31 Temmuz'da üç Guantanamo sanığı, Halid Şeyh Muhammed, Walid Bin' Attash ve Mustafa al-Hawsawi, askeri komisyonları toplayan yetkili Tuğgeneral Susan Escallier ile bir savunma anlaşması imzaladı.
Anlaşmanın şartlarına göre sanıklar, 11 Eylül saldırılarındaki rolleri nedeniyle komplo ve cinayet suçlamalarını kabul edecekler ve karşılığında ölüm cezasını olası bir ceza olmaktan çıkaracaklardı.
Sanıklar ömür boyu hapis cezasıyla karşı karşıya kalacak olsalar da, üst düzey hükümet yetkilileri bu cezanın yeterince fazla olmadığını düşünüyorlardı.
İki gün sonra ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, savunma anlaşmasını iptal eden bir not yayınladı. Escallier'i davadan alındığına dair bilgilendirdi ve kararın “üst düzey yetkili olarak kendisine ait olması gerektiğinde” ısrar etti.
Biden yönetiminin Amerikalılara “bir açıklama” borçlu olduğunu belirten Senatör Richard Blumenthal ve savunma anlaşmasının “çok tehlikeli bir zamanda korkunç derecede kötü bir sinyal gönderdiğini” iddia eden Senatör Lindsey Graham da dahil olmak üzere hem ABD Demokrat hem de Cumhuriyetçi milletvekilleri savunma anlaşmasını eleştirdi. Pentagon şefine yönelik açık bir mektup yayınlayan Kongre üyesi Mike Rogers da haberi “kurbanların ailelerinin birçoğu için bir ‘sarsıcı haber’” olarak değerlendirdi.
Yine de bir dizi hak grubu ve hatta 11 Eylül 2001 saldırılarında yakınlarını kaybeden bazı aileler, 16 yıl süren ve davanın çözülme ihtimalinin düşük olduğu ön yargılama sürecinin ardından gelen savunma anlaşmasını memnuniyetle karşıladı.
Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği, Austin'in anlaşmayı iptal etmesini “yasaları da ihlal eden aceleci bir hareket” olarak nitelendirdi ve mahkemede buna karşı çıkma sözü verdi. Bu arada Barışçıl Yarınlar için ‘11 Eylül Aileleri’ gibi örgütler de bir açıklama yayınlayarak savunma bakanının kararını “nihayetinde 11 Eylül Ailelerine ihanet eden” bir hareket olarak eleştirdi.
Grup, birçok ailenin davanın bu kadar uzun süre sürüncemede kalmasından duyduğu hayal kırıklığını yineleyerek, anlaşmanın “11 Eylül suçları için bir nebze de olsa adalet ve hesap verebilirliğe giden bir yol sunacağını” vurgularken, hükümetin davayı kovuşturamamasının nedeni olarak sanıklara işkence yapılmasını gösterdi.
Hızlı bir hamleyle, savcıların uzun süredir talep ettikleri ‘suçluluk kararları’ geçersiz kılındı ve idam cezasına ilişkin uzun süredir devam eden tarihsel tartışmada bir vaka çalışmasına indirgendi.
Guantanamo'nun kapatılmasını uzun süredir savunan Senatör Dick Durbin de, Austin'in savunma anlaşmasını geri çekme kararını eleştirenlere katıldı. Durbin yaptığı açıklamada “Bu komisyonların daha fazlasını sağlayacağına dair sahte vaatler yerine, bu aile üyeleri için adaleti sağlamak gibi yasal ve ahlaki bir yükümlülüğümüz var” dedi.
11 Eylül'den yirmi üç yıl sonra ve Guantanamo'nun açılmasından yaklaşık 22 yıl sonra, yalnızca saldırının mağdurlarıyla ilgili olan “adalet” söylemi, bir grup insanı diğerlerine göre ayrıcalıklı kılan kritik bir dilsel çerçeve olarak hizmet etmeye devam ediyor.
Gerçekten de Müslümanların “teröre karşı savaşın” son yirmi yılında öğrendikleri şey, mağduriyetlerini ve acılarını anlamlı bir şekilde kabul eden herhangi bir anlatı ya da retorik çerçeve bir yana, kendilerine uygulanan şiddeti ele alacak bir adalet mekanizmasının bile olmadığıdır.
Kimin için 'adalet'?
2001'deki 11 Eylül saldırılarından dokuz gün sonra, dönemin Başkanı George W. Bush Kongre'nin ortak oturumunda bir konuşma yaparak teröre karşı savaşın başlatıldığını duyurdu.
Konuşmasında “ister biz düşmanlarımızı adalete teslim edelim, ister düşmanlarımız adalete teslim edilsin, adalet yerini bulacaktır” dedi. ABD'yi suçsuz bir kurban olarak göstermeye özen gösteren Bush, “adalet” kavramını tanımsız bıraktı.
Teröre karşı savaşın belirsizliğine ve anlamsız ilanına rağmen, hukukçu Frederic Megret bu kavramın “zaman ve mekan boyunca bir dizi şiddet uygulaması için tutarlı bir söylemsel dayanak sağladığını” belirtmektedir.
Müslümanların teröre karşı savaş kisvesi altında anlamaya başladıkları dünya, yerleşik ve yaygın İslamofobi tarafından desteklenen, hız kesmeyen ve hesap vermeyen devlet şiddetinin damgasını vurduğu bir dünyadır.
ABD'nin 11 Eylül saldırılarının hemen ardından “terörizmle mücadele” için attığı adımlar - Askeri Güç Kullanma Yetkisi ortak kararı ve Vatanseverlik Yasası ile dünya genelinde sınırsız savaşın yasalaştırılmasından, hükümete geniş gözetleme yetkileri verilmesine, Afganistan'a savaş açılmasına ve Guantanamo'dan Ebu Gureyb'e ve CIA'in karanlık bölgelerine kadar acımasız hapishanelerde tutulan kişiler için farklı standartlarda kurallar içeren askeri komisyonlara yetki veren bir askeri emrin imzalanmasına kadar.
Bu şiddetli önlemler teröre karşı savaşı son 23 yılda daha da arttırmıştır. Militarizm ve savaştan acımasız göç politikalarına, gözetimden federal terörizm kovuşturmalarına, gözaltı ve işkenceye kadar bu savaş neredeyse sadece Müslümanları hedef almıştır.
Çoğunluğu beş Müslüman ülke olan; Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye ve Yemen'de teröre karşı savaş 4.5 ila 4.7 milyon arasında insanın ölümüne yol açmıştır.
Bu şiddet düzeyi ne kadar dehşet verici olursa olsun, ABD imparatorluğunun kurbanlarından daha derinlere gömülmüş olan şiddeti hesaba katmaya yetmiyor.
Örneğin; The New Yorker'ın “In the Dark” podcast'i kısa bir süre önce 11 Eylül 2001'den bu yana Irak ve Afganistan'da işlenen savaş suçlarına ilişkin bilinen en büyük soruşturma koleksiyonunu bir araya getirdi. Veri tabanında yaklaşık 800 vaka yer alırken, raporda “ordunun ne şeffaflık ne de adalet sağladığı” sonucuna varılıyor.
Çözüm yok
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ABD hükümeti Müslümanların maruz kaldığı acımasız şiddete karşı anlamlı bir çözüm önermediği gibi, dini bir topluluğun şeytanlaştırılması ve kriminalize edilmesi üzerine inşa edilen bir savaşı kabul etmek ve bununla hesaplaşmak için herhangi bir sistem veya hesap verebilirlik mekanizması da ortaya koymamıştır.
Geçen yıl altıncısı düzenlenen Uluslararası Terörizm Kurbanlarını Anma ve Saygı Günü'nde Dışişleri Bakanlığı, ABD'nin “terörizm belasından etkilenen küresel mağdurlar, aileler, hayatta kalanlar ve topluluklar topluluğunun yanında olduğunu” ve “terörizm kurbanlarını asla unutmayacağını ya da adalet ve barış arayışımızı durdurmayacağını” iddia eden bir açıklama yayınladı.
Ne var ki ABD, feci ve arsız devlet şiddetinin kurbanlarını unutmakla kalmamış, onları halının altına öylesine süpürmüştür ki Müslümanlar için adalet ihtimali neredeyse kalmamıştır.
Herhangi bir hukuk yolunun mevcut olduğu durumlarda - örneğin, bir kişi ABD tarafından bir savaş bölgesinde öldürüldüğünde - ABD yasaları, vatandaş olmayanların ülke dışında meydana gelen haksız ölümler için hak talebinde bulunmalarını veya herhangi bir tazminat almalarını etkili bir şekilde engellemektedir.
ABD ordusunun sivilleri öldürdüğü durumlarda, bir komutan “manevi tazminat veya taziye ödemesi” olarak adlandırılan ödemeleri yapmayı tercih edebilir. Bu ödemeler sadece birkaç yüz ila birkaç bin dolar arasında değişen küçük miktarlarda olmakla kalmayıp, aynı zamanda ordu herhangi bir kabahati kabul etmeden yapılmaktadır.
Bu kuralın bir istisnası, ABD'nin aralarında yedi çocuğun da bulunduğu 10 kişilik bir Afgan ailesini öldürmesiydi. Pentagon sonunda bir özür yayınladı ve Austin ısrarla “hiçbir ordu sivil kayıpları önlemek için bizimkinden daha fazla çalışmaz. Masum bir cana kıydığımız zaman, bir suçumuz olduğunda bunu araştırır ve doğruysa kabul ederiz.”
Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Başkan Joe Biden, eski Başkan Donald Trump ve başkan yardımcısı adayı Senatör JD Vance, 11 Eylül 2024 tarihinde New York'ta New Yorklu politikacılarla birlikte yıllık 11 Eylül anma törenine katılıyor
Ancak, ABD'nin - bu durumda ordunun - sivil ölümleri ele almak için hesap verebilirlik önlemleri sınırlı olmakla kalmıyor, Austin'in açıklaması, yürürlükte mekanizmalar olduğu ve bu Afgan sivillerin öldürülmesinin, aksi takdirde dikkatli askeri operasyonların bir istisnası olduğu düşüncesini sürdürüyor.
Dahası, teröre karşı savaşın sürekli olarak gösterdiği şey, ABD'nin sadece şiddetini makul bir şekilde inkar edemediği zaman yanlış yaptığını kabul ettiğidir. (Ebu Garip'teki savaş suçları bu kuralın örneğidir) Afgan aileden hayatta kalanlar ABD'ye yerleştirilmiş olsa da, hükümet söz vermesine rağmen henüz herhangi bir maddi tazminat sağlamamıştır.
Buna karşılık, 11 Eylül Mağdurları Tazminat Fonu, saldırılarla ilgili hastalıkları olan bireylere veya saldırılarda ölen bir bireyin yakınlarına parasal tazminat sağlamaktadır.
Fon ilk olarak 2001 yılında Kongre tarafından kurulmuş ve 2004 yılında kapatılmıştır. O zamandan bu yana, önce ‘Zadroga Yasası’ ve ardından ‘Kahramanları Asla Unutma Yasası’ ile yeniden kurulmuştur: “James Zadroga, Ray Pfeifer ve Luis Alvarez 11 Eylül Mağdurları Tazminat Fonu'nun” kalıcı yetkilendirilmesi 2090 yılına kadar uzatılmıştır.
Söylemsel savaş
Müslümanların 11 Eylül sonrasında herhangi bir adalet çerçevesinin dışında bırakılması, ABD'nin Müslümanların kriminalize edilmesi, şeytanlaştırılması ve insanlıktan çıkarılması yoluyla meşrulaştırılan devlet şiddetine olan utanmaz bağlılığının doğrudan bir sonucudur.
Müslümanların doğuştan şiddete eğilimli, mantıksızca öfkeli ve barbar olarak kurgulanması, diğerlerinin yanı sıra, Müslümanların yalnızca fail olarak konumlandırılmasına ve asla sempatiyi hak eden kurbanlar olarak görülmemesine hizmet etmiştir.
Genellikle zararlı olan bu temsillerle birlikte, mağdur taleplerinden yararlanmanın önündeki bir diğer engel de, devleti sorumlu tutmak ve adalet talebini dile getirmek için kolektif eylemin harekete geçirilebileceği uygulanabilir, okunaklı ve retorik bir çerçevenin olmamasıdır.
Sosyolog William K. Carroll ve Robert S. Ratner'ın “Master Frames and Counter-Hegemony: Çağdaş Toplumsal Hareketlerde Siyasi Duyarlılıklar” başlıklı makalelerinde yazdıkları gibi, ”Kolektif eylem çerçeveleri, yerleşik hegemonyaya karşı verilen her türlü mücadelenin söylemsel siyasetinin bir parçasını oluşturur.”
Bu retorik çerçevenin bir parçası, bugüne kadar yürütüldüğü şekliyle teröre karşı savaşın kolektif hafızasının yeniden oluşturulmasını ve bunun sonucunda mağdur olan Müslümanların merkeze alınmasını içermektedir.
Şu anda teröre karşı savaşın kolektif hafızası şeklinde var olan şey, devam eden vahşete rağmen, tekil yorumları teşvik ederek Müslümanlara yönelik şiddeti meşrulaştırmakla kalmayıp aynı zamanda hikayelerini silen ve onları tarih kitaplarına indirgeyen devlet anlatıları ve suç ortağı medya kuruluşları tarafından yönlendirilmiştir.
Eğer Müslümanlar için adalet sağlanacaksa, onların hikayeleri kolektif hafızanın bir parçası haline gelmelidir. İki psikoloji akademisyeni, kolektif hafızanın gücü üzerine kaleme aldıkları makalelerinde, “Kolektif hatırlama, kolektif unutmanın da gerçekleştiğini ima eder...” diye yazıyor. Ancak terörle savaş söz konusu olduğunda, kolektif unutma tesadüfi olmaktan uzaktır ve Müslümanların şiddetle hedef alınmasını, 11 Eylül saldırıları ve sonrasına ilişkin geniş halk kitlelerinin anlayışıyla bilinçli bir şekilde bağlantılı olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır.
Müslümanların hafızasını merkeze alan retorik bir çerçevede ısrar etmek, adalet talebinin merkezinde yer almaktadır.
Adalete giden yol
Teröre karşı savaşın 24. yılına girerken, adalet kavramı her zamanki gibi belirsizliğini koruyor.
Ancak bu savaşın öğretici olabileceği bir şey varsa, o da adaletin terimlerini tanımlamadan da savunulabileceği ve aynı zamanda kimin bunu hak ettiğinin dar bir şekilde belirlenebileceğidir.
Ancak Müslümanlar da adaleti hak etmektedir ve onlarca yıldır süren ve hem yurt içinde hem de dünya genelinde Müslümanların hayatlarını mahveden bir savaşın ardından onları bu çağrıların dışında bırakmaya yönelik tekrarlanan girişimlere meydan okunmalıdır.
Ancak anlamlı bir adalet, Müslümanlara karşı işlenen suçların hesabının sorulmasını gerektirir. Bu zorunluluk devletten gelmeyecektir, bu nedenle Müslümanların hikayelerinin teröre karşı savaşın kolektif tarihinin bir parçası haline gelmesi konusunda ısrarcı olmalıyız.
Devlet şiddetiyle doğrudan yüzleşen, Müslümanların insanlığını ve onurunu merkeze alan ve Müslümanlar için kategorik adaleti savunan net bir retorik ve söylemsel çerçeve ortaya konmalı ve geliştirilmelidir.
Kolektif suçlama ve cezalandırmayla geçen 23 yılın ardından Müslümanların bunları hak etmediğini görmemiz gerekiyor.
* Dr. Maha Hilal kurumsallaşmış İslamofobi üzerine çalışan bir araştırmacı ve yazar olup Müslümanlığı Kanıtlanana Kadar Masum kitabının yazarıdır: Islamophobia, the War on Terror, and the Muslim Experience Since 9/11 adlı kitabın yazarıdır. Yazıları Vox, Al Jazeera, Middle East Eye, Newsweek, Business Insider ve Truthout gibi yayın organlarında yer almıştır.
HABERE YORUM KAT