11 Eylül Saldırıları ve Sinema
Süleyman Ceran, 11 Eylül saldırısının Hollywood ve sinema dünyasında nasıl karşılık bulunduğunu analiz ediyor.
SÜLEYMAN CERAN / HAKSÖZ HABER
Sinema, yaşayan bir organizma artık. Hayatın her dönemecinden o da dönüyor. Toplumsal değişim ve dönüşümlerden beyazperdenin etkilenmemesi söz konusu değil. Bazı dönemler var ki, insanlığın derin kırılmalar yaşadığı zamanlarda sinema sanatında da ciddi yol ayrımlarına tanıklık ediyoruz. Dünya Savaşları sonrası Almanlara bakış, Pearl Harbor saldırısının ardından Japonlara, Kore savaşı sonrası Çinlilere, Vietnam savaşı sonrası genelleşerek tüm çekik gözlülere, Körfez savaşı ve 11 Eylül sonrası Müslümanlara bakışta ciddi kırılmalar yaşanmış durumda. Dünya sinema vizyonunun yekûnunu elinde barındıran Hollywood, devasa bir sektör olarak ABD çıkarları doğrultusunda ürün vermeye her zamankinden fazla devam ediyor.
Saldırıların üzerinden on bir yıl geçmesine rağmen askeri ve politik artçı sarsıntıları hız kesmeden sürerken bu çapta etkileri olan bir olayla ilgili üretilen yapımları, beş başlık altında değerlendirmekte fayda görüyoruz:
1- 11 Eylül saldırıları sonrası, yenilgi psikolojisine giren Amerikan ordusuna, siyasetine ve toplumuna hikâyeci tarihin, malzemesi bol dönemlerinden seçilen örneklerle moral verici yapımlar ardı ardına girer. Bu bağlamda II. Dünya Savaşı’ndan bir bölümün anlatıldığı “Pearl Harbor” ve Vietnam Savaşı’ndan destansı(!) bir kesitin aktarıldığı “Bir Zamanlar Askerdik” filminin incelenmesi gerekir. Bu nunla birlikte İsrail’le alakası olmasına rağmen Amerika’yı da direk ilgilendiren “Münih” filmi de Amerika’ya ve dostlarına saldıranları bekleyen sonu göstermesi bakımından önemlidir.
PEARL HARBOR:
İkinci Dünya Savaşı’nda, Pearl Limanı’nda demirli Amerikan donanmasına saldırma cüreti gösteren Japon filosunun operasyonunu ve sonrasında aldığı dersi anlatan popüler bir filmdir Pearl Harbor. Michael bay’ın yönettiği filmin başrollerinde Ben Affleck, Josh Hartnett, Alec Baldwin, Tom Sizemore, Cuba Gooding,Jr., Jennifer Garner’ın yer alırken, yapıma sos olarak enteresan bir aşk üçlemesi eklenir. Gündelik hayatlarını yaşayan masum Amerikalıları kalleşçe ve stratejik bir operasyonla tuzağa düşüren hain Japonların kanlı ve acımasız saldırıları uzun uzun işlenir. Bir Japon uçağından fırlatılan torpidonun, masum Amerikan gemisine dalışına saniye saniye tanıklık ederiz. Zenci beyaz ayrımının gırla gittiği Amerikan filosunda, saldırıyla birlikte nasıl birlik ve bütünlük yaşandığını gözlerimizde yaşlarla izler dururuz. Hele macera düşkünü Rafe Mc Cawley (Ben Affleck) ve Danny Walker’ın (Josh Hartnett) destansı başarısı yok mu? İki pilotun, kaç Japon uçağını düşürdüğünü tahmin edemezsiniz.
Pearl Harbor saldırısı sonrası yaralarını sarmaya çalışan Amerikan donanmasının Japonya’ya saldırma süreci, planlanmasından hazırlığına detaylı bir şekilde anlatılır. Japonya’ya dönük atom bombası saldırısının anlatıldığı sahneler, öyle duygusal çekilmiştir ki, zavallı Amerikalıların gemilerine saldıran Japonların, bunu hak ettiği işlenir. Filmin bu sahnelerini izleyen Amerikalıların gözlerinde mutluluk helezonları oluşur adeta. Mesaj gayet açıktır, Amerika’nın canını acıtanın canı daha fazla, sınırsız ve acımasız bir şekilde acır. 11 Eylül sürecine cuk diye oturan filme yoğun ilgi gösterilmesi de bu açıdan sürpriz olmaz.
BİR ZAMANLAR ASKERDİK (We Were Soldiers):
Bir Zamanlar Askerdik filmi, 1999 yılında Robinson Crusoe Yayınevi tarafından basılmış aynı adlı romandan uyarlanmış bir yapım. Yönetmenliğini Randall Wallce’ın yaptığı hikâye, 1965 yılında geçmektedir ve Albay Hal Moore (Mel Gibson) Vietnam’da Drag Vadisi’ne gidecek askeri gücün başına geçer. Albay harekât öncesi askerlerin huzurunda şu konuşmayı yapar: “Ölümün Gölgesi denen vadiye doğru gireceğiz. Tanrı’yı ne diye çağırdığına veya rengine aldırmadan yanınızdaki adamın arkasını kollayacaksınız, o da sizinkini. Zorlu ve kararlı bir düşmanla karşılaşacağız. Sizleri evlerinize sağ getirebileceğim sözünü veremem. Ama şuna yemin ederim ki savaşmaya gittiğimizde alana ilk ayak basan da, ayağını en son çeken de ben olacağım. Hiç kimseyi arkada bırakmayacağım, canlı ya da ölü, eve hepimiz birlikte döneceğiz.”
Film kişilerinin karakterlerine dönük sahnelerle başlayan film, başından sonuna yoğun bir duygusallık taşır. Bir yandan da askerlerin eşleri kadrajlara gelir ve onlara ulaştırılan ölüm haberlerinin psikolojik baskısı filme taşınır. Bölgeye ayağını ilk basan ve yine ayrılırken de son basacak olan Albay Moore, kendilerinden 5 kat fazla olan Vietkonklulara karşı “Ölüm Vadisi”nde üç gün süren efsanevi ölçülerde bir mücadele verir.
Vietnam filmlerinde pek rastlanmayan şekilde bu kez Vietnam karargâhının içine girip, alınan kararları görüyoruz. Buna ek olarak sevgilisinin resmini taşıyan bir Vietnamlı da görmemiz, yapımın iki yönlü olmaya çalıştığı hissini uyandırmaya dönük bir girişimdir.
Napalmların ortalığı yakıp kavurduğu, bombaların her yerde arz-ı endam ettiği, ağır sekanslarla gerçekçiliğin artırıldığı film, 75 milyon dolarlık bütçesinin hakkını veriyor. Bir Zamanlar Askerdik’in sonunda Vietnam Birliği’nin Komutanı Albay Nguyen Huu An’ın (Don Duong) helikopterlerle ayrılan Amerikalıların ardından uzun uzun bakıp, işgalcilerin minik bayrağını eline aldığı sahne, Hollywood’un ideolojik tarafının ilanıdır adeta. Ülkesinde bu sahnede oynadığı için eleştirilen Don Doung, bir daha yabancıların filmlerinde oynamayacağına söz verirken, ülke gazeteleri Albay Nguyen Huu An’ın mağlup bir komutan olmadığını ve çarpışmaların gösterildiği gibi yaşanmadığını yazıp dursalar da dev sinema endüstrisi Hollywood, dünyaya istediği mesajı çoktan vermiş bulunmaktadır. Vietnam Savaşı’nı başlatarak dünyaya yoğun ölümlerle dolu uzun yıllar yaşatan ABD, aldığı yenilgiyi üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen sindirememiştir. 11 Eylül gibi yenilgi olarak algılanabilecek bir olaydan sonra öz güvenini yine abartılı ölümlerle sağlamaya çalışmaktadır. Ekran önünde dize gelen ABD, yine ekranlarda savaşı kazanmaya çalışmaktadır.
MÜNİH (Munich):
Yönetmenliğini Steven Spielberg'in üstlendiği filmde 1972 Münih Olimpiyat Oyunları’nda 11 İsrailli sporcunun ölümüyle neticelenen saldırının, sonrası anlatılmaktadır. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı “Kara Eylül” adlı bir yapılanmanın üyeleri tarafından gerçekleştirilen kaçırma ve öldürme olayları sonrası İsrail, “Tanrının Gazabı” ismini verdiği bir karşı saldırı operasyonu yürütür. 1972 ile 1992 yılları arasında gerçekleştirilen kanlı operasyonlarda, “Münih” eylemlerine katılanlardan kalanlar, fikri lider/mimar olarak düşünülen yahut alakasız olan bir takım Filistinliler acımasızca katledilir.
Münih saldırısının beyni olduğu düşünülen 11 Filistinlinin izinin sürülüp öldürülmesi üzerine kurgulanan yapımda, İsrail, önünde sonunda intikamını alır. İsrail’e karşı yapılan hiçbir şey, yapanın yanına kâr kalmaz fikri, film boyunca işlenmektedir. Yalnızca öldürme değil, bombalayarak, parçalayarak tedhiş oluşturma düşüncesi ile İsrail üzerinde oluşturulmak istenen zırhın kabukları sağlamlaştırılmaya çalışılır. Film, İsrail’den bağımsız düşünülemeyecek olan ABD için de bir gövde gösterisine dönüşür. Her ne kadar intikam timinin liderinin iç huzursuzluğu işlenmeye çalışılsa da, kahramanımızın içi kan ağlayarak infazları nasıl gerçekleştirdiğine şahit oluruz. Etrafındaki gençlerle muhabbet eden profesörü, Filistinli olduğu için nasıl harcadıklarını görürüz. 11 Eylül sonrası süreçte, kartların nasıl oynanacağı hesapları yapılırken, film, dünyanın kalanına başlarına gelecekleri söylemeye çalışmaktadır.
2- 11 Eylül saldırıları ile birlikte yaşanan süreci tanımlamaya ve eylemin kesitlerini çözmeye, resmetmeye dönük girişimler sinemaya taşınır. Bu aşamada, Steven Spielberg’in yönettiği “Dünyalar Şavaşı”, düşman algısının nereden çıktığını ve nasıl birden aralarında gezinen insanların saldırgan olduğunu, sonrasında nasıl hâl olunacağını sembolik açıdan anlatması ile öne çıkar. “Uçuş 93” filmi, saldırılar esnasında hedefine varamayan uçağın hikâyesi ile Amerikan duygusallığına imkân tanımakla beraber, “Dünya Ticaret Merkezi” filmi ile Nicholas Cage, tüm Birleşik Devletler halkına ikiz kulelerin içerisinden adeta mendil tutar, duygusallıkta zirve yaşatır.
DÜNYALAR SAVAŞI (War of The Worlds):
H.G. Wells’in 1898 yılında yayınladığı Dünyalar Savaşı isimli romanı, Marslıların İngiltere’yi istila etmesini konu alır. Kırk yıl sonra yönetmen Orson Welles, Dünyalar Savaşı romanından uyarladığı piyesi radyoda yayınlar. Yayın öncesi ‘Bu bir oyundur’ anonsu yapılmasına rağmen binlerce Amerikalı, Marslıların istilasına uğradıklarını düşünerek sığınaklara akın eder. Evet, bunlar aynen gerçekleşmiştir. Aynı romanı, Steven Spielberg, 11 Eylül saldırılarından sonra günümüze uyarlamaya girişir. Spielberg, filmin zamanlamasını soranlara şu yanıtı verir: ‘11 Eylül’ün vahşetinin gölgesinde, hepimiz ortak geleceğimizle ilgili ciddi endişeler duyuyoruz. Bu nedenle Dünyalar Savaşı’nın, 11 Eylül’den sonrası çekilmesini istedim.’
Ray Ferrier (Tom Cruise), eşinden yeni boşanmış bir liman işçisidir. Ray, hafta sonu için oğlu Robbie (Justin Chatwin) ve küçük kızı Rachel’i (Dakota Fanning) yanına almıştır. Ancak aynı gün gökyüzü birden kararıverir. Elektrikli aletler nedensiz bir şekilde çalışmaz olur. Bir süre sonra yerin altından, korkunç sesler çıkaran, üç bacaklı büyük makineler ortaya çıkar. Ateş ettikleri insanlar “puf” diye yok olur, geriye elbiseleri ve yarattıkları korku kalır yalnızca.
“Koynumda akrep beslemişim” kıvamında benzetmelere dönük olan filmde yıllardan beri ülkenin içinde olan makinelerin, günü gelince harekete geçmesi ve düzeni yok etmeye dönük saldırıları işlenir. Bu saldırgan makinelere hiçbir silah işlemez, çözümü doğa kendisi bulur ve basit bir şekilde saldırgan uzaylı makineler bertaraf olur.
11 Eylül öncesine kadar özgürlükler ülkesi Amerika’nın bağrında huzur içinde yaşayan Müslümanların, yedikleri kaba tükürmesi babından yaptıkları saldırı, filmde sembolik olarak işlenerek okyanus ardına mesajlar gönderilir.
UÇUŞ 93 (United 93)
Hollywood yapımcıları, 11 Eylül saldırıları sonrası artırdıkları faşizan ve militarist dozu yüksek yapımlardan önce, yaşanan sürecin fotoğrafını çekerek, yapacakları saldırıların haklılığını peşinen ortaya koymaya çalışmışlardır. 2001’de gerçekleşen “11 Eylül” saldırılarına dört uçağın karıştığı bilinmektedir. Bunlardan ikisi kameralar önünde Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırırken, üçüncüsü Pentagon’a dalmıştır. Ama dördüncüsünden haber yoktur. Boş araziye düşen uçakla ilgili spekülâsyonlar uçuşmaktadır. Bu sorulara, susan kara kutuların yerine sübjektif ABD algısını, beyaz perdeye Paul Greengrass taşır. Uçuş 93 filmi, yönetmeninden oyuncusuna, canlandırma tezi ile yaşanan süreci, kendi minvalleri doğrultusunda anlatmaya çalışır.
Yaşanmış bir olayın arkasından, bilinmeyenlerle dolu, sırlı süreç sonrası beyazperdeye aktarılan uçak kaçırma filmi, bildik yapımlarla paralellik arz etse de, sonuçta gerçekliği merak edilen bir olayın içeriğine dönük canlandırma yapılması, filmin izlenirliğini artırır.
Bir otel odasında, saldırı öncesi dua eden eylemcilerle başlar film. Niyetlerindeki acımasızlığı gösteren işaretlerle doludur sahneler; yüzleri, hareketleri, amaçlarının öldürücü olduğu imlenir. Büyük bir organizasyonun dört ayağından birine karşılık gelen eylemcilerin harekete geçmesi ve sonrası gerçekçi anlatılmaya çalışılmıştır. Oldukça yalın, sıradan insanların, olağanüstü durumlar karşısında nasıl bir ve bütün olduğunu anlatmaya çalışan yapım, 11 Eylül sonrası yayılan korku evrenini dağıtmayı hedefler. Siyasi bağlamdan azade çekildiği, kahramanlık edebiyatı yapılmadığı iddia edilen yapım, aslında sırf bu iddiasıyla siyasal karşılıklar bulur. Her ABD vatandaşı, ülkesinin sembolleri ve başkalarının canları uğruna ölebilir mesajı filmin tamamına yayılır. İşte Uçuş 93 ve kahraman yolcularının sabık Amerikan halkına, ülke düşmanlarına ve tüm dünyaya verdiği mesaj budur. Tüm bu dertlerine rağmen Uçuş 93’ü Amerikan Hava Kuvvetleri’nin düşürdüğü iddialarının ciddiyeti ortada iken yönetmen Oliver Stone’un, filminin politik olmadığını iddia etmesi komik olarak görünmektedir. Zira hiçbir film yalnızca bir film değildir!
DÜNYA TİCARET MERKEZİ (World Trade Center)
Nixon, Katil Doğanlar ve JFK gibi Amerikan tarihinin kritik dönemlerine siyasal eleştiriler gönderen yönetmen Oliver Stone’un, kendi ifadesiyle 11 Eylül’e apolitik süzgeçten baktığını iddia ettiği filmdir Dünya Ticaret Merkezi. Filmde, Polisler John McLoughlin (Nicolas Cage) ve Will Jimeno'nun (Michael Pena) ikiz kulelerin enkazında yaşadıkları saatler anlatılarak, o gün orada neler yaşandığının izleri izleyiciye ulaştırılmaya çalışılır.
Sıradan bir gün geçiren New York itfaiyecilerinin uçakların kulelere çarpması sonrası yaşanılan süreci düşük oyunculuk performansıyla aktarılır; gerçekçiliği artırmak için yoğun çaba sarf edildiği dikkat çeker. Uzun sekanslar ve bol klostrofobik ortamlarla izleyicinin ekran karşısında sıkılması, daralması ve bunalması hedeflenmiştir. Karanlık, her an her türlü patlamanın, yıkımın olabileceği, ölümün kol gezdiği kulelerin dehlizlerinde, iki masum Amerikalının yaşam mücadelesi, cesareti, azmi ve yaşama sevinci sıradan bir öykü olmaktan çıkıp, Amerika halklarının kurtuluş reçetesi olarak beyazperdeden izleyicilerin eline bırakılmaktadır.
Politik filmleriyle tanınan yönetmenin, Hollywood starı Nicholas Cage’i sıradan bir karaktere, oyunculuğu ise mümkün mertebe doğala yakın sergilemesini sağlayarak aslında başından sonuna politik bir girişimde bulunulur. Bilinçaltına direkt ve sade mesajlar gönderen yönetmen pasifist gibi görünen filmiyle, izleyicilerin belleklerine, dinamik birlik ve beraberlik algısı zerk etmeye çalıştığı rahatlıkla söylenebilir.
3- 11 Eylül’le birlikte Hollywood’un “gişe filmi” olarak tabir edilen, basit konulu, bol paralı popüler filmlerinde kullanılacak “düşman” algısı, Almanlardan, Ruslardan ve Uzak Doğululardan sonra Müslümanlara açık olarak dönüş yapar. Pek çok yapımda, kötü figürü Araplarla yahut dönüşüm yapmış Müslümanlarla doldurulmaya başlanır. Aşağıda zikredilen filmlerin dışında pek çok birinci ve ikinci sınıf film gösterime girmiş, DVD piyasalarında bu algı ciddi rant yapmıştır.
DEMİR ADAM (Iron Man):
Filmin kahramanı Tony Stark (Robert Downey Jr.), Stark Industries’in kurucusudur ve aynı zamanda mucittir. Silah sanayisi ile meşguldür. Tony Stark, yeni geliştirdiği füzenin tatbikatı esnasında kaçırılır. Saldırı esnasında zaten zayıf düşmüş olan kalbinin yanına şarapnel parçalarının saplanmasıyla hayatı tehlikeye giren Tony, kendisini esir alan terör grubunun esrarengiz lideri Raza (Faran Tahir) tarafından gelişmiş silahlar üretmeye zorlanır. Ancak en kötü anında bile zekâsını ve yaratıcılığını kullanarak kendisini esaretten kurtaracak bir zırh imal etmeyi başaracaktır. Bu zırh onu demir adam’a ve böylece bir süper kahramana dönüştürecektir.
İşin ilginç yanı yıllar önce çizgi roman olarak yayınlanan Demir Adam’da Tony Stark’ı kaçıran grup Çinlilerdir. Demir Adam, Çinlilerin hakkından gelirken 11 Eylül sonrası çizgi filmin sinema versiyonunda düşman olarak Araplar seçilmiştir. Hatta yine hain ortağı sayesinde kimyasal silah edinen Araplara, canice eylemlerini gerçekleştirmeden önce hadlerini de Demir Adam bildirir. Amerika’nın ve kalan dünyanın, Müslüman teröristlerin saldırıları ile her an tehdit edildiği fikri, bu filmler boyunca izleyicilerin bilinçaltına taşınmaya devam edilir.
AKILALMAZ (Unthinkable)
Geçen sene gösterime giren ve Gregor Jordan’ın yönettiği film, tam anlamıyla kara bir Amerikan yapımıdır. Delta Force denen seçkin askeri birliğin içinde bulunmuş, bomba uzmanı Steven Arthur Younger (Michael Sheen) Müslüman olmuş ve adını Yusuf Atta Muhammed olarak değiştirmiştir. Müslüman olmakla da kalmayıp radikalleşmiş ve üç Amerikan şehrine nereden bulduğu belli olmayan üç nükleer bomba koyarak Amerika’yı tehdit eden bir teröriste dönüşmüştür. Kendi isteğiyle yakalanan Yusuf’u, işkencede kendini geliştirmiş olan Henry Herald 'H' Humphries (Samuel L. Jackson) ve FBI ajanı Helen Brody (Carrie-Anne Moss) sorgulamaya başlar. İşkencelerle dolu konuşmaların aynı anda zamanla yarışa dönmesi, filmin akıcılığını artıran unsurlardır.
Yusuf, yakalandıktan sonra Amerikan hükümetinden İslam ülkelerine karşı duruşunu değiştirmesini, diktatörleri desteklemekten vazgeçmesini, işgallerin sonlandırılmasını, askeri ve finansal desteklerini kesmesini istemektedir. Bu beklentilerini ve eleştirilerini dinlediğimiz Yusuf’a, insan haklarına hep saygılı olan gizli servis elamanları akıl almaz işkenceler yapmaya başlarlar. Bahane basittir, bir kişinin canına karşılık üç şehir kurtarılacaktır, yoksa Amerika işkence yapar mı hiç?
Her ne kadar Yusuf’a, Amerika’ya direkt eleştiri geliştirmesine müsaade edilse de, şahsın milyonlarca kişinin canına kastedecek bir terör eylemine girişmiş olması sözünün ötesinde var olan korku paranoyasına bir tuğla daha eklemektedir. Filmin popüler paranoyayı besleyen yanı, DVD piyasalarındaki yoğun satışla ve popülerlikle kendisini göstermektedir. Bu bağlamda Akılalmaz’ın sıradan bir Holywood filmi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
4- 11 Eylül saldırılarına dönük, Amerikan politikalarına en ağır eleştiriler yine içeriden yapılan yapımlarda ortaya çıkar. Bunlardan Amerikalı Stephen Gaghan’ın “Syriana”, Alman Wim Wenders’in “Bolluk Ülkesi”, İngiliz Michael Winterbottom’un “Guantanamo Yolu” ve Sean Penn’in “11’09’’01” filmleri incelenmeye değerdir. Amerikan sinema kültüründe bu tip muhalif dilin beyazperdeye aktarılması, demokrasinin bir gereği olarak taşınırken, işin aslının kapitalist çarkın döngülerinden ibaret bir çıkar deviniminin sonucu olduğu unutulmamalıdır. Böyle muhalif diller ara ara olmasa, Hollywood’un kendini tekrarlaması da engellenemezdi ne de olsa.
SYRIANA
Stephen Gaghan’ın yönettiği Syriana, farklı senaryosu ve geliştirdiği özeleştiri nedeniyle uzun süre konuşulan bir yapım olmuştur. Kelime olarak Syriana, Washington’da Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek, inşa etmek için yapılan kurumsal çalışmaların ismidir aslında.
2006 yılında gösterime giren filmde, Ali Ercivan’ın yerinde tespitiyle adeta yeniden “Babalar ve Oğulları”nın canlandırıldığına şahitlik ederiz. Ortadoğu’da deneyimli bir ajan olan Bob Barnes (George Clooney), oğlu ile iletişim sorunları yaşamakla beraber her an harcanma endişesi ile yaşamaktadır. Masa başında emekliliğini bekleyen Barnes’a, Prens Nasır’a suikast düzenlemesi karşılığında terfi alarak emekli olma teklifi sunulur. Pek çok yerde kullanıldığını düşünen ajan, kendisi dışında gerçekleştirilecek olan suikastı engellemeye çalışır.
Arap Prens Nasır Al-Subaai (Alexander Siddig), Basra Körfezi’nde, petrol ve doğalgaz zengini bir ülkenin tahta çıkması beklenen varisidir. Prens, demokrasi yanlısıdır ve kalkınma endeksli düşünmektedir. İkiyüzlü, kapitalist, kukla babası ve müsrif, sorumsuz kardeşi ile fikirleri nedeni ile anlaşamamaktadır. Prens Nasır, ülkesindeki doğalgaz çıkarma haklarını Teksaslı dev enerji şirketi olan Connex'ten alıp, Çinlilere verince enerji piyasaları allak bullak olur. Prens Nasır’ın ipi çekilir. Öyle ki, Amerikan yönetimi çıkarlarına uymadığı için kalkınmadan yana, demokrat Prens Nasır’a değil, kardeşine destek verir ve uydudan yönlendirilen silahlarla, tek kalemde prensin ve ailesinin içinde bulunduğu araç füzeyle vurulur.
Prense danışmanlık yapan Bryan Woodman (Matt Damon) ise, yükselen bir enerji uzmanıdır. Oğlunu prensin bir davetinde, havuzda yaşanan bir kazada kaybeder. Prens, durumu hafifletmek babında kendisine iş teklif edince, Woodman da kabul eder. Prens Nasır’ın açılımlarında ona destek olan Bryan Woodman, son anlarına da tanıklık eder.
Başka bir tarafta ise Jimmy Pope (Chris Cooper), Connex adlı petrol şirketinin sahibidir. Teksaslı petrol şirketi olan Killen’la içi karışık bir ortaklık yapar. Killen ve Connex ortaklığı Adalet Bakanlığı'nın dikkatini çeker ve hukuk şirketi Sloan Whiting konuyu araştırmakla görevlendirilir. Bennett Holiday (Jeffrey Wright), Sloan Whiting'de çalışan hırslı bir avukatı canlandırmaktadır. Kariyeri her geçen gün büyümesine karşılık, alkolik babası ile sorunlar yaşayan ama onu da dışlayamayan Holiday, Connex-Killen birleşmesindeki politik organizasyonları araştırmakla başka bir çatışmanın öznesi olur.
Tüm bu karakterlerin ötesinde Pakistanlı genç Wasim Ahmed Khan (Mazhar Munir), hemen her şeyin kesiştiği noktada yer alır. Wasim, iyi niyetli ve gariban babası ile bir çalışma kampında zor şartlarda yaşamaktadır. Ağır iş yükünün altında ezilen baba figürünün yanında, dini terbiyeden de geçmekte olan genç Wasim, Amerikan gemisine karşı düzenlenecek eylemin ortasında yer alır. Yönetmen, gencin bir tekne ile yaptığı intihar eylemini gösterirken, onu eleştirmez, anlamaya çalışır. Film, bu duruşu ile farklılaşır. Yalnızca bundan dolayı değil, 11 Eylül sonrası, Amerikan dış politikasının katmerleşerek büyüttüğü sorunların lokalde nelere karşılık geldiğini anlatmaya çalışır.
Suikastlar, uluslar arası anlaşmalar, silah transferleri, darbeler Amerika’nın bilinçli yürüttüğü politikalar kahramanların karakterleri paralelinde ilerlemektedir. Yalnızca ABD değil, Batı ülkelerinin de Prens üzerinden sürece nasıl ikiyüzlü ve şahsiyetsiz yaklaştığı da ayan beyan ilan edilir. ABD ve Batı’nın insan ve insan hakları merkezli politika yürütmediği, demokrasinin umurlarında bile olmadığı, çıkarları doğrultusunda her türlü adamla çalışacağını, her türlü kirli işe gireceğini, her türlü infazı gerçekleştirebileceğini anlatan Syriana, içerden söylenmiş bir “söz” olmasından dolayı da ayrı bir öneme haiz bulunmaktadır.
BOLLUK ÜLKESİ (The Land Of Plenty)
Kısıtlı bütçesine rağmen oldukça incelikli, zarif, derin mesajlarla yüklü bir yapım olan Bolluk Ülkesi, Alman Sineması’nın önemli isimlerinden Wim Wenders’in bir eseridir.
“Açlığın Başkenti” adında Amerika’daki evsizler derneğinde çalışan Lana (Michelle Williams), son on yılını Afrika ve Avrupa’da geçirmiş, Filistin’den henüz Los Angeles’a dönmüş, duyarlı bir Hıristiyandır ve idealist duruşundan vazgeçmemiştir. Kahramanımızın tek akrabası, Vietnam gazisi olan dayısı Çavuş Paul’dür (John Diehl). Paul, ülkesi ve bayrağı için çarpışmış, vatansever bir gazidir. Yıllar önce Long Thanh’ta yaşanan çatışmada vurulmuş, daha sonra da yaşadığı dioksin zehirlenmesi nedeniyle geçirdiği psikolojik rahatsızlıklar her geçen sene artmaktadır.
Lana ile dayısı Paul, Amerika’ya göç etmiş evsiz bir Arap’ın rastgele vuruluşuna tanıklık etmeleri üzerine olayı araştırmaya çalışmaları farklı fikirlerini ortaya çıkaracak ve bu vesile ile seyirlik diyaloglar ortaya çıkacaktır. Bir sahnede Lana, 11 Eylül saldırıları esnasında bulunduğu Ortadoğu’da, insanların sokaklarda sevinç naraları attığına şahit olduğunu söylemesi üzerine Paul, “İşte teröristler!” demesine karşılık, “hayır dayı, onlar normal halktı.” demesi hem Paul’de hem de izleyen Amerikalılarda sarsıcı bir etki yapar. Yine bir sahnede, 11 Eylül’den söz eden Lana: "Ölen 3000 kişinin, kendileri için başkalarının ölmesini istediğini sanmıyorum" demesi, izleyenlerin kafasında soru işaretlerine neden olur. Öyle değil mi ki, ölen binlerce kişinin intikamını vazife edinen oğul Bush, yüz binlerce kişinin kanına girmedi mi? Bu çarpıcı cümle, sinema salonundan sokaklara, bloglardan sözlüklere pek çok yerde yankılanıp durmaktadır şimdi.
GUANTANAMO YOLU (The Road To Guantanamo)
İngiliz sinemasının en verimli yönetmenlerinden biri olan Michael Winterbottom’un Mat Whitecross’la birlikte çektikleri film, Şefik, Ruhel ve Münir adlı üç Pakistan asıllı İngiliz vatandaşının Pakistan’da başlayıp Guantanamo’da devam eden yolculuklarını anlatır. Üç arkadaş, 28 Eylül 2001’de İngiltere’nin Tipton kentinden Pakistan’a, yine kendileri gibi İngiliz vatandaşı olan arkadaşları Asıf’ın düğününe katılmak için yola çıkarlar. Pakistan’da kaldıkları süre zarfında yanlarına Şefik’in kuzeni Zahid de katılır. Burada Binuri Camii’nde kalırlar ve vaazlardan, gösterilerden etkilenerek yardımlara katılmak amacıyla Afganistan’a giderler. Önce, Karaçi’ye geçip buradan da Afganistan sınırını aşarak Kandahar’a, ardından da 16 Ekim 2001 tarihinde Kabil’e ulaşırlar. Bu arada, 11 Eylül saldırılarının üzerinden bir aydan fazla zaman geçmiş ve ABD Afganistan’ı kendine hedef seçip bombalamaya başlamıştır bile. Beş genç burada kaldıkları iki buçuk hafta içerinde bir şey yapamadıkları gibi sulardan kaynaklanan hastalıklarla baş edemeyeceklerini anlayınca dönmeye karar verirler. Kendilerini Afganistan’a getiren aracıya ulaşıp tekrar dönerken, arkadaşları Münir’i bombardıman esnasında kaybederler ve Kunduz yakınlarında Kuzey ittifakı güçlerince yakalanıp Mezar-ı Şerif’e oradan da konteynırlarla Şibirgan Cezaevi’ne nakledilirler. Hani tutsakların havasızlıktan çıldırdığı, susuzluktan birbirlerinin terlerini yaladıkları, daha sonra “hava delikleri” bahanesiyle açılan ateşlerle onlarcasının can verdiği ve çok azı sağ kurtulan o konteynırlardan kahramanlarımız sağ çıkmayı başararak tıklım tıklım dolu olan cezaevine yerleştirilirler.
30 Ekim 2001 günü Şibirgan cezaevine gelen Amerikalıların tespiti ile Şefik, Ruhel ve Asıf seçilip Kandahar Havaalanı’na götürülürler. Zahid, buradaki cezaevinde bırakılır. İki hafta boyunca tutuldukları havaalanında türlü işkencelere maruz kalan gençler, 13 Haziran 2002’de Guantanamo Üssü’ne götürülürler.
Guantanamo Üssü, renklerin, tellerin, saç tıraşlarının, yiyeceklerin, gözlüklerin, müziklerin, cinselliğin sistematik bir şekilde aşağılama aracı olarak kullanıldığı bir yerdir. Modern bir hapishane, işkence ve gözlem evidir adeta. Bu üste beş yüz civarında tutsağın üzerinden bir dinin, medeniyetin ve halkların aşağılandığına tanıklık ederiz. Film, bu perspektifi abartıya kaçmadan oldukça soğukkanlı bir tavırla anlatır. X-Ray ve Delta kampları son derece gerçekçi ifade edilmekle birlikte senaryonun birebir olayın mağdurları tarafından oluşturulması dünya medyasına ikiyüzlülükle tanıtılan bu kampların kirli çamaşırlarını adeta faş eder.
Kampta yaşanan günlük olaylar, acil müdahale timleri, izolasyon hücreleri, sorgular, işkence teknikleri filmin bu bölümünde yaygın bir şekilde işlenir. Hiçbir şekilde yargı sürecinden geçmeyen bu insanların geçirdiği zihinsel değişim ve dönüşümlerin işaretlerine de rastlamak mümkündür. Örneğin üç gençten biri olan Şefik Resul’ün İngiltere’de “dolandırıcılık, hile, düzeni bozma, çalıntı eşya takası” gibi adi suçlar işlemesi, buna karşın kampta, kendi deyimiyle “daha iyi bir Müslüman” olmak için çalışması da gözlerden kaçmaz. Zaten bu gençlerden ikisinin serbest kalmalarındaki en önemli neden, saldırı zamanlarında İngiltere’de adi suçlardan dolayı polis gözetimi altında olmalarıdır. 7 Mart 2004 tarihine gelindiğinde Şefik, Ruhel ve Asıf hiçbir neden gösterilmeksizin, yargılanmaksızın serbest bırakılırlar.
Guantanamo Yolu, bu tip göndermelerle kahramanlarının el-Kaide’yle yahut herhangi bir cemaatle hatta dinle bir alakaları olmadığı, yalnızca düğün maksadıyla çıktıkları yolda yardım için gittikleri Afganistan’da yakalandıkları ve suçsuz oldukları vurgusu üzerinde durur. Zaten filmin sonunda Asıf’ın Temmuz 2005’te, Şefik ve Ruhel’in de katıldıkları düğün görüntülerinin gösterilmesiyle, başlangıç sekansına gönderme yapılarak her şeyin bir “düğün”e gitmekle başladığı anlatılmaya çalışılır. Yani, eğer savaşmak için gittilerse, el Kaide’ye veya başka bir örgüte üye iseler bu insanlık dışı muameleler, hak ihlalleri, tecavüzler mazur mu görülmelidir? Film bu soruya sağlıklı bir cevap veremez.
Ruhel Ahmed, kendisiyle yapılan röportajlarda içerisinde 15 yaşındaki çocuktan 70 yaşında tek gözü görmeyen ihtiyara kadar yüzlerce kişinin bulunduğu Guantanamo Üssü’nde kendileri gibi İngiliz vatandaşı olmayan Araplara yapılanların “inanılır gibi olmadığını” söylese de bu vurguyu filmde güçlü olarak göremeyiz.
Filmin yönetmeni Michael Winterbottom, bu çalışmasıyla, Michael Moore’un ardından, façası iyice bozulan Amerika’nın ahlaksızlığını deşifre etmiş oldu. Bu filmle birlikte Amerika’nın Guantanamo’da yaptıkları sır olmaktan çıktı, geniş çevrelerce görünme imkânı buldu.
Bütün bu eleştirilerin ötesinde Asıf, Şefik ve Münir’in bu projeye katılmaları ve tanıtımı için ülke ülke dolaşarak yaşadıklarını kitlelerle paylaşmaları çok önemli. Guantanamo Yolu’nda, yaşananların yeniden canlandırılması, arşiv görüntüler ve gençlerle yapılan röportajlar filme belgesel-drama tadı vermekle birlikte hareketli kamera çekimleri yapıma dirilik kazandıran önemli unsurlar olarak dikkat çekiyor. Guantanamo Yolu, 11 Eylül sonrası yaşanan sürecin sonuçlarından birine ışık tutma açısından tarihi bir öneme sahip olmaktadır.
11’09’’01
Film yapımcısı Alain Brigand, dünyanın değişik bölgelerinden 11 yönetmenden, 11 Eylül saldırılarına ilişkin kısa filmler yapılmasını ister. İran, Mısır, Fransa, Bosna Hersek, Burkina Faso, İngiltere, Meksika, İsrail, Hindistan, ABD ve Japonya’dan yönetmenler projelerini sunarlar ve bu yapımlar toplanarak 11’09’’01 adı ile 2003 yılında gösterime girer.
Tüm bu filmlerin içerisinde, özellikle bir tanesi var ki, izlendiği her yerde derin kraterler oluşturdu ve çok tartışıldı. Bu yapım, Hollywood’un doksanını geçmiş, şimdilerde sahnedeki 60. yılını kutlamaya hazırlanan usta oyuncusu Ernest Borgnine’nin tek başına oynadığı ve Sean Penn’in senaryosunu yazıp yönettiği “11’09’’01” adlı kısa filmdir. Yapım, 11 Eylül sürecine ilişkin on yılın en çarpıcı yapımı olmakla kalmayıp, halen Amerikan halkının ve hükümetlerinin sindiremediği koca bir lokma olarak boğazlarına oturmuş bulunmaktadır.
Filmde, yaşlı bir adamı görürüz. Evinde her şey gölgede, karanlıktadır ve renklerde gri ton hâkimdir. Yaşlı adam evinin içinde, hayatta olmayan karısının hayalleriyle, solgun çiçekleriyle, sürekli tekrar eden, umutsuzluk döngüsünde yaşayıp durmaktadır. Birden gölgeli, güneş görmeyen evine yukardan başlayarak bir ışık huzmesi girmeye başlar; o esnada ikiz kuleler yıkılmaktadır ve güneş ışınları ağır ağır odaya süzülür. Kuleler yıkılınca eve mutlak güneş girer, çiçekler birden canlanır ve yaşlı adamın yüzü gülmeye başlar. Sean Penn, kısa filmiyle muazzam bir tespit yapar, emperyalizm devrilince Amerika’nın kanlı tarihiyle dolu karanlık dönemi son bulur. Kendi halkına karanlık günler yaşatan hükümetin, yükselen kapitalizmin ve emperyalizmin sembolü Dünya Ticaret Merkezi yok olunca her şey başkalaşır Penn’e göre. 11 Eylül saldırılarına ilişkin en ağır sorgulama bizzat bir Amerikalı tarafından yapılır. Amerikan kamuoyu tarafından topa tutulan film için, İkiz Kuleler’e üçüncü uçağın Sean Penn’in görüntüleriyle girdiğinin söylenilmesi de yapımın, kamuoyunda ne düzeyde bir rahatsızlık oluşturduğunu da göstermektedir.
5- 11 Eylül saldırıları, dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Müslümanların bir kısmında da “biz aslında Amerika’ya saldıranlardan değiliz. Biz şöyle hoş görülü, böyle iyi Müslümanlarız” kabilinden bir takım liberal politik çıkışların sinemaya taşınmasına neden olur. Bu durumu, bazılarında “hedef gösterme” şekilde, bazılarında eziklik psikolojisi içinde kendini ifade etme biçiminde ve yaşananlardan kendine pay çıkararak, suçluluk hissetme şeklinde cereyan ettiğini belirtebiliriz. Dünya çapında karşılık bulan filmlerden “Kandahar”, “Aşk Ayetleri” ve Türkiye’den “Kelebek” filmleri bu bağlamda değerlendirmeye müsait çalışmalardır.
KANDAHAR (Safar-e Ghandehar):
Afgan asıllı kadın gazeteci Nafas (Nilüfer Pazira), Kanada’da yaşamaktadır. Nafas, bir gün Afganistan'daki kız kardeşinden Taliban'ın baskısından söz eden mektup alır. Kardeşi, tahammülünün kalmadığını yazmakta ve milenyumun son güneş tutulmasından önce intihar edeceğini iletmektedir. Mektubu alan Nafas, kardeşini bulup onu ülke dışına kaçırmak için Kandahar'a doğru zorlu bir yolculuğa çıkar. Afgan aileye dâhil olan Nafas, Khak (Sadou Teymouri) adlı çocuğun mihmandarlığında yolculuğa çıkar. Seferin ilerleyen zamanlarında, Doktor Sahid'in (Hassan Tantai) desteğiyle Kandahar'a ulaşmaya çalışan Nafas, son olarak da tek kollu bir adamın rehberliğine sığınır.
Bir burkanın arkasından, Afgan kadınlarının acınası halleri ekrana yansır. Bakımsız, kirli ve yoz Taliban üyelerinin acımasız tutumları ve baskıları gözümüze sokulur adeta. Yönetmen, bir muhbir edasıyla, Afganistan’ı batıya şikâyet eder. Görün halimizi, dercesine çırpınan film, 11 Eylül’den önce gösterime girdiği halde çok fazla gündem olmaz. Saldırılardan sonra yapıma, yoğun teveccüh olmuş, pek çok ülkede gösterimleri yapılmıştır. Film, 2001 Cannes Film Festivali Yarışmalı Bölümü Resmi Seçimi ve Ecumenical Ödülü ile Selanik Film Festivali Film Eleştirmenleri Ödülü alır. Ayrıca, Makhmalbaf, bu filmle, 2001 yılında Unesco'nun verdiği Federico Fellini Ödülünü kazanır. Acınası halini anlat, seni o hale getirenler yahut göz yumanlar seni ödüllendirsin. Bir film için ilginç/acı bir son. Bu bağlamda , Siddiq Barmak’ın yönettiği “Osama” filmi de aynı paralelde üretilmiş/ilgi görmüş yapımlar arasında yer alır.
AŞK AYETLERİ (Ayat Ayat Cinta/Verses Of Love):
Henüz bıyıkları terlemekte olan Endonezyalı Fahri Abdullah Sıddık (Fedy Nuril), Mısır el-Ezher Üniversitesi’nde okumaktadır. Öğrenci evinde yaşayan Fahri’nin Hıristiyan komşusu Maria (Carissa Putri) ona âşıktır. Sınıf arkadaşı, aynı zamanda hocasının kızı olan Noura (Zaskia Adya Mecca) da Fahri’ye tutkundur. Bunların dışında üvey babasından sürekli dayak yiyen mahalle arkadaşı Nurul (Melanie Putria) da onu sever. En son olarak Almanya’dan gelen Alman-Türk kökenli Ayşe (Rianti Cartwright) de Fahri’ye ilgi duymaktadır. Bu kadar alâkanın ortasında Fahri, Ayşe’yi seçer ve evlenirler. Nurul’un Fahri’ye iftira atması sonucu, kahramanımız hapse girer. Buradan sonrası Yusuf kıssası örnekliğinden devam eder. Fahri’nin iftiraya uğradığına şahitlik edecek olan Maria, kaza geçirir ve aynı zamanda kahramanımızın aşkında yataklara düşer. Burada Aişe devreye girer ve “Hz. Aişe” örnekliğinden hareketle eşinin ikinci evlilik yapmasını ister. Çok evliliğin çok da kötü olmadığı, son derece insani bir durum olduğunu anlatmaya çalışan film mahkeme, işkence ve aklanma süreçleriyle ilerler.
Film, selamlaşmaların, duaların temennilerin bol olduğu, güler yüzlü bir yapım. Öğrenci evi kompozisyonu çok güzel. Oyuncular çok sempatik. Aynı zamanda bir filmde peçeli bir bayan görmek de oldukça enteresan. Yalnız, filmin İslam karşıtlığına örnek bir misilleme olarak sunulması, yapımın zaaflı noktası. Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun diplomatlar ve büyükelçilerle birlikte izlediği Aşk Ayetleri ile ilgili olarak: "Birkaç kez gözyaşlarımı silmek zorunda kaldım. Filmin mesajı insanı can evinden vuruyor" diyor. Başkan’ın sözcüsü, filmin, İslam’ı eleştiren “Fitne” filmine alternatif olduğunu da söylüyor.
Bu mevzuda kritik sahne, metroda geçmektedir. Amerikalı turistlere yer veren modern, anlayışlı ve hoş görülü bir Mısırlının karşısında, kâfire yer vermekle suçlayan gerici, yobaz bir başka Mısırlı görürüz. Fahri, araya girerek orta yolu işaret eder, ehl-i kitaba dönük mesajlar verir. Turistlerin daha sonra Fahri ile uzun uzun hoş görü üzerine konuştuklarını ve yaptıkları araştırmaya yazılarıyla dâhil olmasını istediklerini görürüz. Siyah-beyaz derecede müslümanlar arasında farklar olduğunu anlatmaya çalışan filmde tek bir siyasal gönderme bulunmaz. Mısır zindanlarında türlü işkencelerden geçen, ağzı burnu dağıtılan Fahri’nin, Hüsnü Mübarek posteri altında yargılanırken oluşturduğu hâle yalnızca sabırdır, adalete güveni tamdır. İşkencelere tek bir eleştiri gönderimi dahi olmaz; ne de olsa yalnızca bir ritüeldir Mısır’da işkence! Bu görüntülerden Mısır’dan tepki gelmemesi, filme dönük eleştirilerde de gönderme yapılmaması oldukça şaşırtıcıdır. Yudhoyono, bu sahneleri yabancı diplomatlara nasıl izah etmiştir acaba, diye düşünmeden edemeyiz.
Yıllar önce bir gazetede Kabil’den çekildiği not düşülen bir fotoğraf yayınlanmıştı. Fotoğrafta, bir Afgan, elinde gül ile poz vermişti. Resmin altına düşülen notta, Afganların ellerine çiçek almalarının ne kadar şaşırtıcı olduğu söyleniyordu. Sanki Müslümanlar âşık olamazlar, sevemezler, eşlerine çiçek veremezler, hayatın farklı renklerini göremezler gibi bir algı peydah olmuş durumda Avrupa’da ve Amerika’da. Aşk Ayetleri de; biz aslında işi gücü cihad olan insanlar değiliz. Biz, sakallı, çirkin, sarıklı yaratıklar değiliz. Sevmesini, âşık olmasını çok iyi biliriz. Hem de aşkın katmerlisini yaşarız da haberiniz olmaz. Yabancılara karşı ne kadar merhametli olduğumuzu sorun, göreceksiniz. Öyle dendiği kadar kötü değiliz, kabilinden yapılmış, “Müslümanların Titanic’i” kıvamında, refleksif bir çalışma olduğu söylenebilir.
KELEBEK
Türk-Amerikan ortak yapımı olan Kelebek filmi, içinde direkt ikiz kulelere saldırı anının canlandırıldığı ilk yapımdır. Senaristliğini STV’nin “Şubat Soğuğu” isimli dizisinin de yazarı olan Mahmut Bengi’nin yaptığı film, el-Kaide’ye sert ve acımasız eleştirileri ile yaptığı tipik Amerikan propogandasıyla dikkat çekmektedir.
Filmin senaryosunun, adından da anlaşılacağı gibi yönetmenliğini Eric Bress ile J. Mackye Gruber’in yaptığı 2004 yılında gösterime giren “Kelebek Etkisi” (The Butterfly Effect) filminden ilham alındığını söylemek yanlış olmaz. Yalnızca bu film değil, Peter Howitt’in yönettiği, 1998 yılında beyazperdeye aktarılan “Raslantının Böylesi” (Sliding Doors) isimli yapımın oldukça ciddi etkileri görünmektedir. Gwyneth Paltrow’un başrolünü oynadığı filmde, metroya binmekle binmemek arasında kalan kahramanın her iki durumda da yaşayacakları anlatılır. Bir eylemin olumlu/olumsuz sonuçları iki paralelde işlenir.
Kelebek de, 11 Eylül saldırıları sonrası öğretmen Yusuf Kutlu (Caner Cindoruk), travma geçirir. Rahatsızlığın nedeni 2006 yılında Afganistan’a öğretmen olarak gidecek iken vazgeçmiş olmasında yatar. Tahayyül eder Yusuf, Afganistan’a gider, cahil halkı aydınlatır, el-Kaide gibi yobaz örgütlenmelere kayacak olan insanları Fennin/bilimin ışığına çeker ve Amerika’ya okumaya gönderir. Tipik cumhuriyet öğretmenleri gibi bir refleks ve beklenti sunar. Ama Yusuf Hoca Afganistan’a gitmediği için aydınlanamayan örümcek kafalı gençler, el-Kaide’ye kayar ve böylesi bir eylem olur. Ona göre tüm sorumluluk o cahilleri aydınlatmayan kendilerindedir. Ghassan Massoud’un canlandırdığı şahıs, vicdan azabını temsil eder ve Yusuf’u hiç bırakmaz. Çünkü o, radikal İslam’ın kol gezdiği Afganistan’a, ılımlı İslam’ı götürmeye tereddüt etmiş başarısız bir hizmet ehlidir. 11 Eylül öncesi Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerine yapılan saldırıları duyan Yusuf, hüngür hüngür oradaki insanlar için ağlar; Fethullah Gülen’in İsrail’de ölen çocuklar için ağladığı zamanlara götürür sahneler. Yusuf Hoca ve arkadaşları, Amerika’nın son 60 yıldır dünyada işlenen cinayetlerin yarıdan fazlasını yaptığını unutur ne hikmetse. Hatta film boyu yaşanan uçakların attığı bombalara ilişkin, tek bir eleştiri yer almaz yapımda. Okutulan öğrencilerin Avrupa’ya bile değil işgalci Amerika’ya gönderilmesi pes dedirtir. El-Kaide Örgütü’nün saldırıları yüzünden hizmetin işlerinin aksadığını düşünmesi genel olarak eleştirinin merkezine oturur. El-kaide’nin, Afganistan halkıyla bir ilgisi olmadığı, bu kişilerin her türlü belayı hak ettiği iddiaları, yapımın içler acısı durumunu gösterir.
Çirkin el-Kaide üyelerinin arasına dalan Yusuf’un “Allah, Üsame’nin belasını versin” demesi, yapımın, Amerikan filmlerinde dahi olmayan kaba propaganda tarafının altını çizer. Yusuf’un sağduyusu gibi yanında beliren mistik figürün, kulelere saldırı görüntüsü sonrası durmadan “Allah bizi affetsin” demesi de acınası bir sahnedir. Oğlu Afganistan’da, Amerikan saldırılarında ölen annenin, “Oğlum bir hiç uğruna öldü. Onu Üsame öldürdü.” demesi bir halkın işgale direnişine yapılan aleni bir hakarettir ve hedef saptırmadır. Film, düpedüz Afgan halkını aşağılamaktadır.
Kelebek, genel olarak, Mevlana ve Şems sosu ile servis edilen düpedüz bir Amerikan propagandasıdır. Amerikan yapımlarının bile tenezzül etmeyeceği bir bayağılıkta hazırlanmış senaryosu ile bir yerlere yaranma çabası göze batan vasat ve güdümlü bir yapım olarak dikkat çekmektedir.
SONUÇ
Konvansiyonel medyanın çok ötesinde kitlesel medyanın ekseninde sürdürülen politik harekâtın temelinde en güçlü veri olarak sinema yer alır. 11 Eylül saldırıları gibi, küresel çapta askeri ve politik sonuçlar doğuran bir eylemin, sinema dünyasında da büyük karşılıklar bulması şaşırtıcı olmamalıdır.
11 Eylül günü ve sonrasında yaşananların belgesel film alanında da önemli karşılıklar gördüğünü kayıt düşmek gereklidir. Michael Moore’un, Fransız yönetmen François Traffaut’tan ilhamla çektiği Fahrenheight 9/11, Dylan Avery’nin “Loose Change”i, Zeitgist’in “11 Eylül” belgeselleri çok kıymetli yapımlardır ve bunların dışında avangard belgesel çalışmaların da olduğunu unutmamak gerekir. Yalnızca belgesel değil, 11 Eylül’ün çizgi film, animasyon ve reklam alanlarında da ne tür karşılıklar gördüğü de incelemelere konu olmalı ve bu çerçevede tam anlamıyla literatür, tez ve doktora çalışmalarının yapılması gerektiği kayıt düşülmelidir.
Yaratılan sanal dünyasında, gerçekten çok uzakta, kahramanlık destanları ve özgürlük hülyaları altında cam bir fanusta yaşayan Amerikan halkının konforunu bozacak, var olan zulüm düzeninin ifşa edecek yapımların ne kadar hayati öneme haiz oldukları ortadadır. Unutulmamalıdır ki, asıl sözü söyleyecek olanlar henüz konuşmadı. 11 Eylül günü, o binada can veren kurbanlarla birlikte, Irak ve Afganistan olmak üzere dünyanın güneyinde can veren yüz binler, yurtlarını terk etmek zorunda kalanlar, Ebu Gureyb’de ve Guantanamo denen insanlığın en garip işkence üstlerinde yatanlar, bir ülke nüfusuna denk düşen yetimler henüz ses vermediler yeryüzüne, sustular hep. Onlar ya da onlar adına söz söyleme hakkını kendilerinde görenler önümüzdeki on yıllarda elbette karşılık verecek, yaşananları dünyaya anlatmaya çalışacaklardır.
HAKSÖZ HABER
HABERE YORUM KAT