Kapitalizmi Dünyevileştirmek
Giorgio Agamben’in “Dünyevileştirmeler” adlı kitabını Asım Öz, Haksöz Haber için değerlendirdi.
Asım Öz / Haksöz-Haber
İbn Rüşt’ün düşüncenin tekliğine ve bireylerden yalıtılmışlığına gönderme yapan metinlerinden İbn Arabi’nin Mesihin yardımcıları olarak zikrettiği vüzeraya, Foucault’dan Dostoyevski’ye oldukça geniş yazarlar evrenine uzanan Giorgio Agamben’in yenilerde yayımlanan Dünyevileştirmeler metni parçalı yazılardan oluşan dolgun, süssüz ve yoğun bir kitap. Daha çok etimolojik tahliller üzerinden günümüz dünyasına eleştirel bakışlar getirmeyi hedefleyen kitabın sonlarında yer alan “Dünyevileştirmeye Övgü” adlı uzun yazı kitaba adını veren yazı olmanın yanında günümüz dünyasını anlamak bakımından da oldukça önemli bir yazı.
Ayrım yapmayan, ayırmayan dinin olmadığı yanında her ayrımın kendi içinde dini bir öz taşıdığının farkında olan Agamben kutsal şeylere saygısızlık yapmanın, onları kutsal alandan çıkarmanın yani dünyevileştirmenin karşılığı olan profanare kelimesinin Roma dünyasında ifade ettiği anlamın ortaya konmasıyla başlayan “Dünyevileştirmeye Övgü” metni Roma dünyasında dünyevi olanla kutsal olanın tümüyle ayrışması meselesi üzerinden ilerliyor. Bu dünyada, kutsallaştırma işlemi varlıkları ve nesneleri insanların dünyasından çıkararak tanrılara adamayı, dünyevileştirmek ise insanların varlıkları ve nesneleri özgürce kullanabilmelerine işaret eden bir eylem biçimi. Dünyevi, kutsal isimlerden kurtulmuş olan insanların ortak kullanımına iade edilmiş olan şeydir bu dünyanın insanı için. Bu dünyada bir şeyin insanlar tarafından kullanılabilir olması ancak dünyevileştirme ile mümkün hâle gelmektedir. Dünyevileştirmek bir bakıma “yansızlaştırmaktır” bu anlama biçiminde.
Etimolojik Tahliller ve Din Olarak Kapitalizm
Öte yandan profanare kelimesinin birbirinin zıttı iki anlamı içinde taşıyan bir yanı da vardır. Bu fiil bir yandan dünyevi hale getirmek anlamına gelirken öte yandan sacrificare (kurban etmek) anlamına da gelir. Dünyevi olandan kutsal olana geçiş biçiminde olsun, kutsal olandan dünyevi olana geçiş biçiminde olsun bu çift anlamlılık daima görülür. O nedenle, kutsanmış her şeyde bir dünyevilik dünyevileşmiş her nesnede bir kutsallık mutlaka bulunur. Romalıların kurban geleneği bunu doğrulayan önemli bir olaydır. Onlar kurbanın bir bölümünü kutsala yapılan bir saygısızlıkla mundar ederek dünyevilik bulaştırıp insanlar tarafından tüketilir hale getirirken, diğer bölümünü tanrılara teslim ederler. İnsani olanla ilahi olanın içli dışlı oluşu meselesi sonraki süreçte Hıristiyanlıkta İsa’nın özü tartışmalarına da yansır.
Daha sonra Batı dillerinde din, dinsel ve dini sözcüklerini karşılayan religio kelimesinin religare’den yani insanı ilahi olana bağlayandan türemediğini relegere’den yani insanın tanrı ile ilişkisinde dikkatli ve yanlış bir şey yapmaktan sakınımlı olmayı işaret eden kelimeden türediğini belirtir. Onun nazarında religio sözcüğünde insanları ve ilahları birleştiren şey değil onları birbirinden ayrı tutma konusunda gösterilen özen ve dikkat söz konusudur. İlahi olana kayıtsızlık ve şüphe dine karşıt bir şey değilken ihmal yani nesnelerin kullanımları, ayrım biçimleri konusunda gösterilen ihmalkârlık dine aykırıdır. Dünyevileştirmek ise kutsal alandan çıkarmak, temel ayrımı görmezden gelmek veya bu ayrımı özel bir biçimde kullanmayı imleyen başka tür bir ihmalkârlıktır.
Bugün oyun diye bilinen çoğu şeyin temelinde kutsalın yattığını belirten Agamben oyunun dünyevileştirilmesi sürecinden söz eder. Kitlesel televizyon oyunlarını yeni bir dini törensellik biçimi olarak görür. Bu yeni dini törensellikler temelde dini bir yönelimi sekülerleştirirler. Zaten sekülerleştirmek özünde bir yer değiştirme biçimidir.
Türkçesi ilk defa Praksis dergisinin 26. sayısında Michael Löwy “tefsiriyle” birlikte yayımlanan Walter Benjamin’in “Kapitalizm Olarak Din” metnine önemli bir atıf yapar, hatta bu metni ana hatlarıyla özetler. Benjamin’in 1985 yılında ortaya çıkan yayımlanmamış çalışmaları arasında yer alan bu pasaj günümüz dünyasında ve özellikle toplum teorisinde sıkça tartışılan kimi noktalara getirdiği esaslı yorumlarla dikkat çeker. Tıpkı Agamben’in metni gibi yoğun, yer yer paradoksal, bazen anlaşılması güç olan bu metnin başlığı Ernst Bloch’un 1921 tarihli, Kalvinizm’i Hıristiyanlığı tamamen ortadan kaldırıp yerine yeni bir dini öğreti yani Zenginlik Kilisesini getirmesinden dolayı eleştirdiği Devrimin İlahiyatçısı Olarak Thomas Münzer çalışmasından alınmıştır. Benjamin’e göre Kapitalizm Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu çalışmasında iddia ettiği gibi sadece Protestan inancının sekülerleştirilmesinin neticesi değil, başından beri özü Hıristiyanlıkta mevcut olan bir din olarak görülebilir. Weber’in anti kapitalist okumasını yapan Benjamin Weber’den farklı düşünür: “ Reform zamanındaki Hıristiyanlık, kapitalizmin ortaya çıkışını teşvik etmedi; bunun yerine kendisini kapitalizm olarak dönüştürdü” diyen Benjamin’e göre modernliğin törensel bir din olması noktasında gelmiş geçmiş dinlerin en uç ve mutlak hali olması bunun ilk belirtisidir. Kapitalizmin yararcı eylemleri, sermaye yatırımı, spekülasyonlar, borsa işlemleri vs tümü dinsel bir tapınma anlamına sahiptir. Her şeyin tapınma ilişkisi içinde anlam kazandığı kapitalizmde karşımıza çıkan ikinci husus sonsuz tapınma olarak kült inancıdır. Tapınmanın daimi olmasından hareket eden Benjamin’e göre tatil günleri ile iş günleri arasında ayrım yapmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü burada tek ve kesintisiz bir tatil günü vardır. Öyle ki, korkunç sergileme mantığının olmadığı tek bir iş günü yoktur. Diğer taraftan Benjamin bu analizinde eleştirdiği Weber’in Püritenleri tasvir etmek için kullandığı “duraksamadan ve mütemadiyen sistemli bir biçimde çalışma düşüncesinden” etkilenir. Weber’e göre Püriten kapitalistler, aylaklığın bir biçimi olarak gördükleri Katolik tatil günlerinin çoğunu ortadan kaldırmışlardır. Bundan dolayı Kapitalizmi itikat edinenler ıstırap, endişe ve aşırı gerilimle yüklüdürler. Borsa ve finans ritüelleri de bunu besler ve bu durum mezara kadar devam eder. Kapitalist kült veya tapınma bir selamete yani bir günahın kefaretinin ödenmesine yönelik herhangi bir ibadet sunmaz. Bu muazzam suçluluk hissi aynı zamanda çaresizliği de beraberinde getirir. Zengin kendi sermayesine karşı günahkâr iken yoksullar para kazanmayıp borçlandıkları için günahkâr olurlar. Böylelikle günahkârlık evrensel bir suçluluk haline dönüşür. Weber’in Kalvinistine göre ekonomik başarı bir seçilmişlik bir kurtulmuşluk işareti iken yoksullar açıkça lanetlidir. Yoksulların günahkârlığı ve dışlanmışlığı ise kapitalizmin tanrısı piyasanın istenci ile açıklanır. Farklı bir geleceğe, herhangi bir çıkış yoluna imkân tanımak istemeyen Kapitalist mutlakiyet kendisini karşı konulmaz bir kader olarak inşa eder. Varlığın yerine mülkü, nitelikler yerine metalaşmış nicelikleri, insan ilişkileri yerine parasal ilişkileri, ahlaki değerler yerine tek geçerli değer olarak parayı ikame eden bu telakki reforma izin vermek istemez. Dünyevi insanın suçluluğu Batı felsefesinde de karşılığını bulur. Nietzsche’nin tasvir ettiği üst insanın mutlak yalnızlığı, Freud’un bilinçaltı suçluluğu ve Marks’ta karşımıza çıkan kapitalizmin evrenselliğinin toplam faydasından yararlanmaya dönük bir siyasal teolojisinin önerilmesi bu düşmüşlüğün veya kutsallaştırmanın neticesidir.
Kapitalizmin Hıristiyanlığın paraziti olarak geliştiğini ifade eden Benjamin, son tahlilde Hıristiyanlığın tarihinin aslında Kapitalizmin tarihi olarak okunabileceğini düşünür. Farklı ülkelerin banknotlarında cisimleşen ikonografinin oluşturduğu maneviyat bunu görünür kılar. Bu ikonografik kâğıtlar aslında dinlerdeki mukaddes objelere benzer birer tapınma nesnesidir. Marksist bakışta sermayenin görünümlerinden sadece biri olarak karşımıza çıkan paranın Benjamin tarafından tapınma nesnesi olarak tasvir edilişine bakıldığında Benjamin’in Georges Sorel’in romantik sosyalizmine daha yakın olduğunu düşünen Michael Löwy, Benjamin’in daha sonraki çalışmalarında özellikle de Pasajlar’da metanın fetiş kültünü eleştirerek Paris çarşılarını “ticari sermayenin tapınakları” olarak analiz etme sürecinde Marksist kavramalara başvurduğunu belirtir.
Kapitalizmin Dinin Mutlaklığı
Kapitalizm dünyevi/kutsal, insani/ilahi ayrımlarına tümüyle kayıtsız kalır. Kapitalizm ayrıma ihtiyaç duymayacak bir biçimde ayrımın mutlak biçimini gerçekleştirir: “Mutlak ve geriye hiçbir şey bırakmayan dünyevileştirme aynı zamanda bütün dünyayı bütünleştirici bir kutsamaya dönüşür. Onun mutlaklığını ilan ettiği alan tüketim alanının kutsanmasıdır. Eğer dünyevileştirmek kutsal alanından çıkan bir şeyi ortak kullanım alanına iade etmekse, kapitalist din en uç aşamada kesinlikle ve mutlak olarak dünyevileştirilemeyeni hedefler: Eğer, günümüzde kitle toplumlarının tüketicileri mutsuzlarsa, bunun tek nedeni, kullanılmazlıklarını kendi bünyelerinin bir parçası haline getirmiş olan nesneleri tüketiyor olmaları değildir, bunun asıl nedeni o nesneler üzerindeki mülkiyet haklarını kullandıklarına inanıyor olmaları da değildir; asıl neden tüketicilerin bu nesneleri dünyevileştiremeyecek hale gelmiş olmaları, bu açıdan aciz olmalarıdır.”
Dünyanın müzeleştirilmesi kullanım imkânsızlığının bir göstergesidir. Sanat, din, felsefe, doğa hatta siyasetin aşamalı bir biçimde birbirinin ardı sıra müzeye çekilmiş olmaları düşündürücüdür.( Son yıllarda sayıları hızla artan müzelere bir de bu açıdan bakılmalıdır) Bir zamanlar hakiki ve belirleyici olan ama şimdi böyle bir belirleyicilikleri kalmayan şeylerin taşındığı ayrılmış bir boyut olarak müzeler bir şehrin tamamını, vaha ilan edilen bir bölgeyi veya bir grup bireyi kapsayabilir. Artık müzeler bir zamanlar kutsallığın ve kurban törenlerinin yeri olan tapınak için uygun görülen yere ve işleve sahip olmuştur. Tapınak olarak müzelerin inananları bir tapınaktan diğerine koşturup duran ama huzur bulamayan turist figürüdür. İnananların mabetten çıkarken kavuştukları huzur turistler için boğucu bir deneyimden başka bir şey değildir. Yeni kapitalist kültün takipçilerinin yurdu yoktur. Hıristiyanlar yeryüzünde hacı olarak yabancıydılar bunun nedeni asıl yurtlarına yani gökyüzünde sahip olacakları yurtlarına inanmalarıydı. Turistler ise nereye giderlerse gitsinler huzur bulamazlar. Televizyon gösterileri, süpermarketler, AVM’lerde deneyimlenen yaşantılar ikamet etmenin imkânsızlığından başka bir şey kazandırmaz onlara.
Kapitalizmin ayrımlarıyla oynamaya cüret etmek onu dünyevileştirmektir, yeni bir kullanım ortaya koymaktır. O nedenle Agamben şunu söyler: “Dünyevileştirilemez olanın dünyevileştirilmesi gelecek neslin siyasi görevidir.”
Kişinin Yüceltilmesi Olarak Doğum Günleri
Sondan başa doğru okuduğum Dünyevileştirmeler’de dikkat çeken başka noktalar da yok değil. Agamben’in metni bugün değerden yoksun veya anonim olarak gördüğümüz gündelik yaşam pratiklerinin temellerine de ışık tutan göndermeleri içinde barındırması bakımından da dikkat çekici. Sözgelimi Amerikan kültürü ile popülerleşen kişinin yüceltilmesinin göstergesi olan doğum gününün kökenlerini Latinlerin doğum anında her insanın koruyucu olduğuna inandıkları Genius ilahıyla ilgili olduğunu belirtir. Her insanın ve her mekanın koruyucusu anlamına gelen Latince genium sözcüğünden türeyen genio sözcüğü Antik dönemden itibaren insanların yaşamlarında yol gösteren ruhu anlatmak için kullanılır. Bu yüzden doğumum meydana geldiği yatak ve doğum günü Genius için kutsal sayılır. İtalyanların bugün doğum gününü ifade etmek için kullandıkları sözcük genetliaco yani birinin doğumuyla ilgili sıfat olmanın yanında doğum günü anlamına da gelir. Sözcüklerin kökenlerinin ardından Agamben şu yorumu yapar: “ Doğum gününü kutlamak için hazırladığımız ziyafet sofraları ve verdiğimiz hediyeler, nefretlik ve sevimsiz olmasına rağmen, artık kaçınılmaz bir şekilde bütün doğum günü kutlamalarına eşlik eden Anglosakson etkili Happy Birthday nakaratına rağmen Romalı ailelerin üyelerinin doğum günlerinde Genius’a sundukları kurbanları, doğan hayrına verdikleri şeyleri ve yaptıkları kutlamaları hatırlatır(…) Doğum günü, geçmiş bir günün anılması ve kutlanması olamaz. Tam aksine her gerçek kutlama gibi zamanın ortadan kaldırılması, kutsallığın görkemli bir biçimde görünüşü ve Genius’un mevcudiyeti olabilir. Bu kaçınılmaz mevcudiyet, kendi kendimizi tözsel bire kimliğe kapatmamızı engeller ve Genius Ben’in kendi kendine yetme talebini ikiye böler.”
Antik dünyayı, Hıristiyanlığı iyi bilen Agamben büyü ve mutluluk üzerinde de durur. Yeteneklerle ulaşılabilen şeylerin insanı mutlu etmediğini, insanı mutlu eden tek şeyin büyü olduğunu Mozart’ın çocuksu dehasıyla yazdığı bir mektuptan hareketle ortaya koyar. Büyü ve mutluluk konusunda şunları söyler Mozart: “İyi yaşamak ve mutlu yaşamak iki farklı şey, ikincisi, bir büyü olmadan kesinlikle başıma gelmeyecek. Bu nedenle, kesinlikle ve kesinlikle başıma doğal olmayan bir şeyler gelmeli.” Çocukların dünyasından hareketle de bunu kanıtlayan Agamben, tamamlanmamış varlık olarak çocukların mutlu olmak için tıpkı masal kahramanları gibi şişede bir cinleri, evde para saçan eşeklerinin veya altın yumurtlayan tavuklarının olması gerektiğini bildiklerini belirtir.
Mutluluğun kesinlikle iyi yapılmış bir işin karşılığı ya da ödülü olarak gelmediğini eğer bu şekilde gelirse bunun çok can sıkıcı olacağını belirtir. Mutlu olan kişinin mutlu olduğunu fark ettiği anda mutlu olmayı bırakacağını bir özdeyişten hareketle vurgulayarak mutluluğun öznesiyle paradoksal bir ilişkiye sahip olduğunu belirtir. İnsanın mutluluğu kendi çabaları sonunda elde ettiğini düşünmesinin ortaya çıkaracağı kibirden ancak mutluluğun bir büyü neticesinde yani kişinin onun kendisine ait olmadığını bildiği zaman kurtulabileceğini Antik Yunan üzerinden ortaya koyar. Sadece ve sadece hak ettiğimizi düşlemediğimiz bir mutluluğun hak edilen mutluluk kategorisine dahil edilebileceğini de ekler. Yeryüzünde tek mutluluk olanağı olduğunu söyleyen ilkenin dayanağı olarak şunu zikreder: Tek mutluluk imkânı ilahi olana inanmak ama ona ulaşmayı istememektir. Kafka’nın ümit var ama bizim için değil sözü üzerinden mutluluğun ancak büyü yoluyla insana ait kılınabileceğini belirten Agamben büyücülükle ilgili olan gizli isimler bilimine de değinir. Bir isme sahip olmanın suç olduğunu, isimsiz adaletin büyü gibi olduğunu, sadece hareketlerle konuşan büyücüler ülkesinin kapısını çalan isimsiz canlıya ne mutlu der. Agamben’in paganizmin içinden yapmış olduğu bu analizlerin Batı toplumsallığı içinde vücut bulan kibri aşmak için ortaya konan yeni mistik bakışlar olarak da okunması mümkün.
Fotoğraf Meselesi ve Yardımcılar
Yitip gitmekte olan gerçeği, onu yeniden mümkün kılmak için yakalamaya çalışan fotoğraf meselesine de değinen Agamben, sevdiği fotoğrafları ifade etmek amacıyla da büyü kelimesini kullanır. Sevdiği fotoğrafların ortak özelliğinin bir biçimde dünyayı son gününde, Kıyamet Günü’nde nasıl görünürse öyle gösterme olduğunu belirtir. Poz vermekten uzak, her insanın daima en bayağı ve en gündelik haliyle fotoğraf makinesinin objektifi sayesinde varoluşun tüm anlamını kendinde toplayacağını belirtirken hareket ve fotoğraf arasında gizli bir ilişki olduğunu düşünür. Hareketin tüm düzenini bir araya getirme ve özetleme gücü fotoğraf makinesinin objektifinde belirginleşir. Sevdiği fotoğraflarda başka şeylerle karşılaştırılamayacak tarihsel bir iz, bir işaret, silinmez bir tarih de içerdiğini belirten Agamben fotoğrafı çekilen kişinin bir şeye ihtiyaç duyma halini, yani bizden bir şey isteme halini de önemsiyor. Fotoğrafı çekilen kişi unutulmuş olsa veya adsızlaşarak insanların hafızasından silinmiş olsa da, o kişinin, o yüzün unutulmamaya ihtiyaçları olduğunu belirtir.
Çocuk edebiyatının sürekli yardımcılarla dolu oluşuna da değinir “Yardımcılar” bahsinde. Kahramanlarla beraber ilerleyen ya çok küçük ya çok büyük olan varlıklardır sözünü ettiği: Cüceler, iyi devler, cinler, kaprisli periler ve daha pek çok varlık tehlike anında ortaya çıkarak çocuk kitabındaki kahramanı kötülüklerden kurtarıverirler. Ne var ki, metnin sonunda bu yardımcılar unutulur. Ana karakterler mutlu mesut günlere kavuşurlar ama her şeyi borçlu oldukları, sınıflanamayan yardımcılarla ilgili hiçbir şey bilinmez nedense. Agamben Gepetto’nun dünyayı dolaşıp bir ekmek bir bardak şarap alacak parayı kazanmak için yapmak istediği muhteşem kukla Pinokyo’yu mükemmel bir yardımcı örneği olarak anar. Ne canlı ne cansız, daima ayartılmaya müsait olan Pinokyo her hatasından sonra “bugünden sonra iyi olacağım” sözünü tekrarlar durur.
Yardımcılar bahsinde söz İbn Arabi’ye ve onun eseri Fütuhat-ı Mekkiye’nin 336. Babına da gelir sıra. Bu bölüm “Mesih’in yardımcılarına” yani vüzeraya ayrılmıştır. Arapların dilini konuşan bu yardımcılar aslında onların arasındaki yabancılardır İbn Arabi’ye göre. Ama Mehdi/Mesih onların yardımına ihtiyaç duyar. Öyle ki onlar olmadan Mehdi bir karar alamaz, aldığı kararları uygulayamaz. Bu yardımcılar Tanrının dilini insanlara çevirirler. Zaten İbn Arabi’ye göre bütün dünya ilahi dilin çevirisinden başka bir şey değildir.
Agamben, en basit ve en insani şey olan arzuların söze dökülemez oluşundan dolayı gizli tutuluşuna kısaca değinir. Sadece hayalleri içerdiğinden dolayı arzularımızı dile getiremediğimizi düşünen Agamben, onları tuttuğumuz gizli yerin tıpkı okumayı bilmeyen çocuklar için hazırlanmış resimli bir kitap gibi olduğunu belirtir. Arzuların imgeler olmaksızın başkalarına aktarılmayacağı üzerinde duran yazar arzuların sonsuza kadar veya yanıtsız kalacağını anladığımız zamana değin saklı kalacağını ifade eder. Kişinin yani persona olarak kişinin köken olarak maske anlamına gelmesi de ilginçtir.
Kitabı bitirince Enis Batur’un Türkçede öne çıkan bazı yazarlar üzerinde Agamben ayarındaki yorumcuların kafa patlatmadıkça, okunup geçileceği yargısına hak vermemek elde değil
Giorgio Agamben, Dünyevileştirmeler, MonoKL Yayınları, Çeviren: Betül Parlak, 2011.
HABERE YORUM KAT