Doğrusunu bilmek...
Doğrusunu bilmek, ama doğrusunu yapamamak... Böyle yalın halde söyleyince, insanın, “Neymiş canım o? Bilince yapar” diyesi geliyor. Ama öyle değil. Üstelik, çok zaman bunun daha beteri geçerli. Yani, doğrusunu bilmek, ama yanlışını yapmak.
Somut örnek verince, lafı bağlamına oturtunca, bunun ne demek olduğu da anlaşılır: tabii ki İsrail’den söz ediyorum. “İyi ama, İsrail’in ‘doğrusunu’ bildiğini nereden çıkarıyorsun” diye sorabilirsiniz, İsrail’in tamamını kastetmiyorum zaten.
Geçen gün Halil Berktay’la (telefonda) konuşuyorduk, bana bilmediğim bir şey aktardı. İsrail’in şu andaki Başbakanı, Olmert, bundan birkaç hafta önce İsrailli politika kadroları arasında görülmemiş bir “özeleştiri” yapmış ve “Bu iş böyle devam edemez. Filistinlilerle ciddi bir barış gerçekleştirmeliyiz” demiş. Halil bu metni New York Review of Books’ta okumuş. Doğrusu çok merak ettim, ben de bulup okuyacağım.
İşte bu, söylemek istediğim şey. Bana ve bu dünyada yaşayan insanların bayağı kalabalık bir kesimine göre, Olmert, “Bu iş böyle gitmez” demekle işin doğrusu görmüş; ama “barış görüşmeleri”ni başlatmak yerine, Gazze’ye saldırıyor. Niye? Onu böyle davranmaya zorlayan koşullar olmalı. Bu etkenlerden biri herhalde başlarında Netanyahu olmak üzere pusuda bekleyen şahinler. Yaklaşan seçim ortamında bu korkuyla, bütün gazetelerde, kanallarda, bu konunun uzmanlarının söylediği gibi, Obama Beyaz Ev’e girmeden, yangından mal kaçırırcasına, seyretmekte olduğumuz olayı yarattılar. “Bu iş böyle yürümez” diyen bir Başbakan’ın eliyle.
Dünya tarihinin “modern” dediğimiz çağında, kendimizi içinde bulduğumuz konumların çoğu, Mary Shelley’nin Frankenstein romanında anlattığı temel (simgesel) durumla özdeş: yarattığın canavar karşısında çaresiz kalmak! Nazizm’den nükleer bombaya, genel çevre tehdidinden yerel patlamalara, her yerde bununla karşılaşıyoruz. Böyle olmasına rağmen, bunca deneye rağmen, her seferinde, kendi yarattığımız canavar karşısında elimiz bağlı, elimiz mahkûm ve “canavar”ın istediği oluyor. Şu Gazze işgali, Netanyahu zihniyetinin (evet, “canavar” bence o), kendisi iktidar olmadan, iktidarda olanlara kendi istediğini yaptırmasının örneği. Bu mantık içinde, canavarlıktan uzaklaşmak isteyen Rabin öldürülür. Öldüren yarım akıllı ada da hapise girer. Ama öldürülen canavar serbesttir, yeni suikastlarını, yeni Gazze’lerini yürürlüğe koymak üzere rahat rahat çalışır.
Girit’in canavarı Boğa-İnsan Minotauros Girit kralı Minos’un (ya da karısının) oğluydu. Bu mitolojik çağlar gene de daha medeniymiş ki, Minos canavarını zapt etmek için sarayının altına labirent yaptırmış ve orada onu hapsetmişti (ne kadar Freud’u hatırlatan bir hikâye, değil mi?); ama onu doyurmak için her yıl önüne on iki kurban atıyordu (burada Freud’dan modern “Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi” alanına geçiyoruz). Bu onun üvey değil, öz canavarı olduğu için, ne yapsın, asmayıp besliyordu böylece. Hepimizin, kurban “öteki”ler seçip kendi öz canavarımızı beslediğimiz gibi.
Gene mitolojiye göre, “Umut”, nereden doğmuştu? Malûm, Pandora’nın kutusundan çıkmıştı, bütün kötülüklerin arkasından.
Bunun da bir “diyalektiği” var: demek ki “umut” olması, kötülüğün yoğunluğuna bağlı. Demek ki onun için Ortadoğu gibi bir yerde, elimizde ola ola bir tek “umut” oluyor. Sorunları çözecek imkânlarımız ve araçlarımız olsa, “umut”a pek gerek kalmayacak. Ama onlardan yoksun olunca, “umut”tan başka yakıt kalmıyor bize. Yoksa bu “umut” sandığımız kadar iyi bir şey değil mi?
Hikâyeye İsrail’den başladım ya, “dünya” deyince, hele “Ortadoğu” deyine, olay İsrail’le ne başlıyor ne bitiyor.
Bizim buradaki canavarlık fırınına ocakçılar tonla kömür döktü; sonuçları çıkmasına çıktı, ama hâlâ kısmen. O kadar kömür kazan patlatır da. Ne var ki, elinde imkân olanlar kazanı söndürmekle değil, ocakçıları korumakla meşgul.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT