1. YAZARLAR

  2. Sait Alioğlu

  3. Cumhuriyet Rejimi ve Ulus Devlet
Sait Alioğlu

Sait Alioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Cumhuriyet Rejimi ve Ulus Devlet

01 Kasım 2012 Perşembe 01:37A+A-

Cumhuriyet…

Cumhuriyet sözlük anlamı açısından; “Çoğunluk anlamına gelen ‘cumhuri’ kelimesinden mütevellit ‘siyasi mekanizması teorik açıdan seçimle belirlenen devlet idaresi” şeklinde okunur. Daha genel anlamda ise; millet tarafından seçilen parlamentoya dayanan ve başında cumhurbaşkanı olan siyasi bir rejim şeklidir. Genel kabul gören kanıya göre, bu rejimde yönetim, saltanatçı rejimlerde olduğu gibi babada oğula, ya da aile yakınlarına miras yoluyla geçmez. Gerçi bunun aksi uygulamalarının günümüzde birçok örneği söz konusudur, bu rejimlerin uygulandığı iddia edilen ülkeler. Ör. Mezhebi azınlığa dayanan Suriye Arap Cumhuriyeti, sosyalist türü tekçi uygulamaların tek reçete olarak halklara zorla kabul edildiği sosyalist cumhuriyetler, İslâmi kılıflı Fars ulus devleti ve Kemalist Türk/iye Cumhuriyeti…

Ortaçağ Yunan filozoflarından Aristo’nun düşüncelerinde cumhuriyetin izlerini bulabiliriz. Belki de klasik anlamda ilkı cumhuriyet bir dönem Roma’da kurulmuş olup bir müddet hayat bulmuştur. Modern çağda ise, ilk cumhuriyet 1776 da ABD’de, 1789 devriminden sonrada Fransa’da kurulmuştur.

Daha sonra ise, modernizmin oluşan saltanatı dolayısıyla Batının dünya genelinde elde ettiği güç sonucunda ise oluşan hâkimiyete binaen temeli saltanata dayanan Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve akabinde de Osmanlı devletinin parçalanmasına müteakip modern algıya müsait toplumlar oluşturulduğu gibi, bu toplumların önemli bir kısmında da cumhuriyet rejimlerinin ilan edilmesi teşvik edilmiştir.

İşte, Batının nazarında hasta adam konumunda bulunan Osmanlı topraklarından arta kalan bölgede de, hâkimiyet sağlaması istenen Kemalist kadrolar eliyle, Müslüman çoğunluğun isteğinin zıddına olacak şekilde cumhuriyet rejimi kurulmuş oldu!

Cumhuriyet yönetimi bizde de dönemin materyalist pozitivist ve jakoben algısına uyum içerisinde olan bir anlayışla hayata geçirilmişti. Başta ‘ilkesel’ olarak genel anlamda saltanata karşı durmuş olsak da, Batılı ve Batıcı ‘iç’ güçler tarafından her açıdan yıkıma uğratılan bir toplum ve bir ülke olarak, farklılıkların yıkım derecesinde yok edildiği bir vasatta, ‘ölüm-sıtma’ ikilemi içerisinde, hiçbir faydasını görmediğimiz cumhuriyet rejimi ile yaşamak zorunda bırakılmıştık!

Bu meyanda, yüz yılların oluşturduğu koca bir İslami uygulamalar bir çırpıda ters yüz edilmiş, inancımıza göre yaşayamaz olmuş, ulusçuluk furyası içerisinde kavmi kimliklerimiz iç edilmiş, hepimiz istemesek de batılı bir formatta Türkleştirilip, laik ve seküler kılınmıştık! Buna gayr-i Müslim azınlıklar da dâhil edilmekteydi! Bunların ikamesi içinde nice katliamlara(Dersim, Şeyh Said) sürgünlere ve envai çeşit, sosyal, siyasal, ekonomik zulümlere uğratılmıştık! Ama buna rağmen cumhuriyet adım adım kendini tahkim ediyordu.

Baştan beri İslam’la, dinle, diyanetle ilişkisi olmayan toplulukları, cemaatleri, grupları sarf-ı nazar etsek bile, zamanla bir takım baskı ve farklılaşmalardan kaynaklanan hallerin vücuda gelmesi, getirilmesi sonucunda kimliğini İslâm olarak ibraz etmesi düşünülen geniş yığınlarında rejimin boyasına boyanıp Türkleşti(rildi)ğini, millici/ulusçu kılındığını ve haliyle de onca yıkımına rağmen ve son yirmi beş-otuz yıldır da süren bir İslâmlaşmaya rağmen Türk usulü cumhuriyet rejimine kapı kulu askeri olarak yazıldıklarını ne yazık ki görmekteyiz…

Ulus Devlet

Yukarıda da kısmen değindiğimiz gibi ulus ciddi bir temeli olmayan ve aynı zamanda da Batılı algıyı ön plana alan, aralarında ortak payda noktasında bir ilişki kur(dur)ulan “tarih, toplum, toprak, vatan ve dil” vs. unsurlarının söz konusu edildiği modern bir vakadır. Haddizatında işte ulus-devlet de bu vakaya giydirilen bir elbiseden ibarettir.

Bu yolla yeni dönemde de ön görülen ve adına uygarlık yarışı denilen mücadele zemininde yapıla gelen her şey ulus adına yapılmış olur. Bu olgunun bizdeki karşılığı her ne kadar yine yukarıda kısmen belirttiğimiz üzre muhafazakâr algıda millilikle ortaya konulmak istense de sonuçta bu olguyu ulus formunda harekete geçirmeye çalışan iradenin gözüyle görmek icap eder.

Hemen her şeyin modern algıya göre dizayn edildiği günümüz dünyasında geçerli olduğunu gözlemlediğimiz devlet algısının da artık ulusal kalıplar içerisinde olduğunu biliyoruz. Ulus-devletin var olan uygulamalarının batıdaki karşılığı ne ise de İslam dünyasında Batılı telakkiye göre tanzim edilen yönü tek kelime ile yıkım getirmiştir. Haklar ve sorumluluklar bağlamında olması gereken eşitlik çoğu zaman o işi halledemediği ayan beyan ortada olan ‘ulus’lara layık görülmekte ve bu yolla da barış ve esenlik dini olan İslam zihinlerde farklı algılamalara gebe kalmakta. Yine haklar ve sorumluluklar çerçevesinde olması gereken kardeşlik dumura uğramakta, bunun karşısında alabildiğince bir asimilasyon, eritme, yok etme ve sömürme politikaları işin tuzu biberi olmaktadır.

Ulus-devlet tabiatı gereği seküler algıyla birlikte yaşayan batılı toplumların bir parçası olan bazı ideolojik grupların daha evrensele ulaşmak için ortaya koymaya çalıştıkları bazı çabalara karşı çıksa da değişen dünya dengeleri, toplumsal algı ve buna bağlı olarak bazı değerlerden dolayı da olsa, baskıcı yönünü oluşan teamüllere binaen normalleşme kalıbına sokabilmektedir.

Ama İslam dünyasında vücut bulan ulus-devletler ise bunlara asla tahammül göstermemekte, haklara ket vurmakta ve kitleleri elindeki güçle susturmaya çalışmaktadırlar. Zira onlar için ulus¬devlet baştan beri döneminin Batıcı donelerini baz alan, ilerlemeyici tarih ve toplum algısını ne pahasına olursa olsun yaşatma azminde ısrar etmektedir. Zira bu formatla ibre batıyı işaret etmektedir. Ama görecede olsa Batının geldiği nokta tersinden okunabilirse eğer bu kez batının yöneliminin doğu ulus-devletlerinin varlığını tehdit olarak algılanmaktadır. Örneğin Kemalizm’in alabildiğince saldırgan tutumu, savunmacı yönü ve son dönemlerde varit olan içe kapanıklığı bu açıdan okunabilir.

Ulus-devletler çağında ulus-devletlerin değil ortadan kalkması, yanlışlarının bile dile getirilmesi mümkün görülmemektedir. Ulus-devletin onayını alan kavramları ve temelleri adeta nass gibi telakki edilmektedir onlarca yıldır. Bu açıdan baktığımızda İslam dünyasında onlarca yıldır, ülkemizde de son beş on yıldır bazı Müslüman düşünürler, kalemler, ulus-devletin görünen yakıcı çıplaklığına rağmen İslam devleti kavramını bile gündemimizden kalkmasını dilemekte, onda ısrar etmektedirler. Yanlışlara vurgu yapmak ne kadar yerinde ise o kavrama hayatiyet verebilecek çabalara da ket vurma düşüncesi de bir o kadar talihsizlik içermektedir. Burada bir nevi anakronik algı biçimi kendini göstermektedir. Zira ortada İslam devleti yok, aksine yakıcı bir ulus-devleti gerçeği var!

O zihinsel kırılmaya baktığımızda onu tahlil ettiğimizde şunları görebiliyoruz: Kur’an’ı –belki de bizzat kendilerine-yeni nazil oluyormuşçasına ve bu olguya bağlı olarak da modern bir dille okuma girişimi, algı biçimi sonucunda alıp değerlendirmek. Onu muarızlarına karşı metinsel bir silah olarak kullanmak, onun bazı hükümlerini ya göz ardı etmek ya da ortama göre değerlendirmek/değiştirmek. Onun vaz ettiği pratiğinde ise tevhid nosyonu ile birebir örtüşebilecek sosyal, siyasal bütünselliği göz ardı edip İslâm’dan hareketle de olsa onlarca, yüzlerce yıllık tevhid dışı düşünüşün eseri olabilecek düşünsel şekillerin hayli yer tuttuğu yeni formasyonlara bel bağlamak.

Kendine geçmişten dayanak elde etmek adına bazı şahıs, kurum, topluluk vs. çoğu zaman sağlaması doğru dürüst yapılmamış geçmiş bazı uygulamalara atıf yapmak bir de içerisinde yaşadıkları yönetimin de bulundukları Müslüman ülkede Müslüman toplumların dinle alakasını kesemese bile onları biteviye modernist politikalara, projelere angaje ve elimine etmeye, ayrıma tabi tutmaya çalışan yönetici katmanının ortaya koymaya çalıştığı politikaları doğruları ve yanlışlarıyla birlikte sahiplenmek.

İşte gerek Arap baharı döneminde başlayan intifada süreçlerine baktığımızda, artık gitmeleri an meselesi olan, yok olmalarına ramak kalan zorba Arap rejimlerinin kendi halkın karşı ‘kanlı’ tutumları ve gerekse de, var olan demokratik yol ve yöntemleri kullanma yoluna giderek, çeşitli açılardan değil yok olmayı, tekrardan var kalmayı düşünen Kemalist/sol/ulusalcı çevrelerin, ellerinde kalan materyallerle baş vurdukları yol ve yöntemler, en başka Müslüman halkın kimliği ve o kimliğin üst aşaması olan İslâm’ın kendisinedir!

Bu çevreler 19. Yüz yıl düşünce kalıpları içerisinde Batıda zemin bulan ve dönemin Batısının her açıdan hâkimiyetini öngören bir düzlemde oluşan, ama günümüzde oralarda bile pek karşılığı kalmamış olan baskıcı seküler düşünce, yol ve yöntemlerle kendilerini tahkim etmeye çalıştıkları gibi, neredeyse suyu tersine akıtacak oranda gemi azıya almış bulunmaktadırlar. Bir bütün olarak Kemalist/sol/ulusalcı çevrelerin, PKK ve yandaşlarının bu toprakların asıl sahibi olan Müslüman halka karşı düşmanca tavırlarında okunmaktadır, maalesef…

İster baskıcı/jakoben, ister alabildiğince özgürlükçü olsun –ki bunda da Müslümanlara karşı bir niyet okuma girişimi söz konusudur; Ör. Liberal aydınların tavırları- her zaman bizlere dayatılmak istenen Batıcı kalıplara, projelere karşı İslâmi kimliğimizi kuşanarak karşı durmalıyız, sonuçta…

 

YAZIYA YORUM KAT