1. YAZARLAR

  2. Yakup Aslan

  3. Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (4)
Yakup Aslan

Yakup Aslan

Yazarın Tüm Yazıları >

Bir Rüyanın Ardından Gerçekleşen Sessiz Devrimcilik (4)

04 Temmuz 2010 Pazar 18:15A+A-

Himalayalar’ın en uygun noktasından buzulları aşarak, zorlu bir yürüyüşle geldiğimiz eski derebeyi konağında, günler artık sıkıcı bir hale gelmeye başlamıştı. Hamido, bizimle istişare ederek en azından yaşı uygun çocuklara eğim verme fikrini öne sürdüğü günden beri, çocukları hayret ve alaylı bakışlar arasında tozlar içerisinde yuvarlamaya, koşturmaya çalıştırarak kendimize bir uğraş alanı oluşturmuştuk. Birkaç gün içerisinde kalabalık gruptan sadece beş eğitim öğrencisi kalmıştı, onlar da işin gırgırındaydılar. Buna rağmen Abdulhamit, yılgınlık göstermedi ve başkalarını da teşvik etmek için eğitime devam etti.

Öğleye kadar devam eden eğitimin ardından bahçede oturup, az topraklı gor şekerlerle çay içiyorduk, ancak bu dinlenmenin, bize daha önceki beklemeler gibi sıkıntılı saatlere dönüştüğünün belirtileri artık ortaya çıkıyordu. Arkadaşların sıkılmaması için dere boyunca düzenlediğimiz geziler de artık tat vermemeye başlamıştı. Mücahitlerin kontrolünde olan küçük dağlara da tırmanıyorduk, ancak arkadaşların ishal durumlarının devam ediyor olması ve buna toprak havuzlarda dinlendirilen kırmızı suyun içerisinde yüzen küçücük kurtçuklarla dolu suyu içmeye mahkûm olmamız eklenince, sinir bozucu bir hal alıyordu.

Bütün kasaba bu suyu içiyordu. Ruslar, işgal döneminde kuyuları ve su şebeke sistemini imha etmişti. Afganlılar, çaresizlikten çare üretmişti bu şeklide. Kontrol altındaki tepelerde, küçük ölçekli dağlarda yaptığımız gezintilerde mavzerlerimiz bize artık yük olmaya devam ettiğinden değiştirilmesini istiyorduk, ancak her defasında bahaneler ileri sürülerek bu isteklerimiz ya erteleniyor ya da bir şeklide görmezden geliniyordu. Yine böyle bir günde ortamdan uzaklaşmak ve kendi başımıza kalmak için, uzaklara doğru bir yürüyüş yapmıştık. Uzun bir yürüyüşten sonra, açlık ve yorgunlukla kendimizi Soğrut suyunun dinlendirilmeye bırakıldığı bir toprak havuzun başında bulmuştuk. Dikkatli bir şekilde bezle süzerek içtiğimiz suyun ardından açlığımız da artmıştı. Bu arada ben de bulunduğumuz çevrede, boyu selvi gibi uzamış söğüt ağaçlarına dolanmış bir üzüm ağaçları görmüştüm.

Onlar, dinlenme halinde muhabbet ederken ben ağaca tırmanarak çok yüksekte toplu halde olan siyah üzüm salkımlarına ulaşmaya çalışıyordum. Fatih, Cihat, Hüseyin, Mustafa, Abdullah ve Abdulhamit gelmesini beklediğimiz Abdulhamit Turgut’un geciktiğini konuşuyorlardı. Bir yandan ağaca tırmanırken, bir yandan da konuşulanları dinliyordum. Tam yaklaşmış ve elimi uzatmıştım ki, orada büyük bir arı ordusunun gizli olduğunu fark ettim. Büyük bir gürültü koptu. Oraya kadar çıkmışken, geri dönmeyi bir türlü kabullenemedim ve ne pahasına olursa olsun güneşin önünde kavrulmuş olan üzüm salkımlarını toplamaya başladım. Hepsi bir anda topluca bana hücum etmişler ve her yanım sarı arılarla dulmuştu. Arıların yoğun saldırısına uğramış ve her tarafımı ısırdıklarından şiddetli bir baş ağrısı ile yaşadığım bu şokun ilk belirtilerini daha hızlı bir şekilde hissetmeye başlamıştım. Yüzüm hızla şişmeye ve morarmaya başlamıştı, buna rağmen geniş Afgan gömleğimin içini üzüm doldurmaktan geri durmamıştım. Gömleğimin içi de arı doluydu, her ısırdıklarında bir sağa bir sola sallanıyordum.

Gömleğimin içini doldurup, ağacın üzerinde olgunlaşarak dünyanın en güzel üzümü haline gelen salkımları doyasıya yedikten sonra aşağıya inmiştim. Yüzüm acayip bir hal almıştı ve ben o kadar arının ısırması durumunda bunun aslında ölüme bile yol açabileceğini bilmiyordum. Aşağıya inince gömleğimi açtım ve üzümleri çimlerin üzerine boşalttım, onlarca arı gömleğimin içinden uçuştu. O halime rağmen, gülmekten kendimi alıkoyamadım. Arkadaşları fazla üzmemek için yüzümü toprak havuzda yıkadım ve onlar da getirdiğim üzümleri yemeye başladılar. Başımdaki şiddetli ağrıyla birlikte sol gözüm tamamen kapanmıştı. Ben acı içinde kıvranırken arkadaşlar bana bakıp gülüyorlardı. O halimle birazda Afganlılardan gizlenerek yola koyulmuştuk. Merkeze doğru yaklaştığımızda, çocuklar o yakınlardaki mücahitlere haber vermişlerdi bile. Kısa bir süre sonra, önlerinde kalın sarıklı Movlana Seyyaf’ın olduğu kalabalık bir gurup bizi karşıladı. Bir kısmı kıs kıs gülerken, Movlana bana çareler aramaya çalışıyordu. İlk önce birinin tavsiyesi üzerine çamur yapıp yüzüme sürdü, sonra başka biri çamurun, gözenekleri tıkadığını söyleyince yüzümü yıkatıp ve kuruladı. Parmaklarına tükürerek moraran kısımlara sürüyordu. Öfkeden patlamak üzereydim. Bununla yetinmeyip, başımın iki yandan iki eliyle kavrayarak tükürüklü elini sürmesini engellediğim gözümün en çok ağrıyan kısmına tükürüvermişti.

İşte o dakikadan sonra kıyamet koptu. Onu var gücümle ittim ve Türkçe ‘Allah belanı vermesin!” dedim. Cümleyi anlamasa bile öfkelendiğimi anlamıştı ve “Niye rahatsız oluyorsun, Müslüman’ın tükürüğü Müslüman’a şifadır. Peygamberin böyle yaptığını bilmiyor musun?” şeklinde konuşarak, yaptığını makul ve normal bir şeymiş gibi göstermeye çalışmıştı. Dayanamadım, az Farsçamla “şıma ki, peyğamber nistiy!” (Sen peygamber değilsin ki!) dedim. Sessiz bir şekilde yanımızdan ayrılıp gitmiş ve ben de ağrılarımla baş başa kalmıştım. Yüzüm sağalıncaya kadar Afganlıların maskarası haline gelmiştim. Aslında onların mutluluğunu görünce ben de acıyla karışık tebessüm ediyordum.

Sakal, sarık, takke, elle yemek ve benzeri konularda tamamen işin şeklini gelenekleştiren Afganlılar, kabuğu tamamen ruhsuzlaştırmışlardı. Akletme, işin hikmetini araştırma gibi bir endişeleri yoktu. Durum böyle olunca da hemen hemen bütün alanlarda çatışmaya başlamıştık. Gelenekleri konusunda itiraz edemiyorduk; zira onlar, bunların tamamen ilahi mesaja dayandığını savunuyor ve bunları ifa ederken Allah’ın değişmez hükmü gibi davranıyorlardı. Dua etmeleri bile şekliydi, ellerini açıyor ve herhangi bir şey demeden yüzlerine sürüyorlardı.

    Abdulgaffar, yakın bir zamanda sopa olarak taşıdığımız mavzerlerin keleşinkoflarla değiştirileceğini söyledi. İlk defa inanmadık, ancak gerçekten birkaç gün sonra başka bir komutanın yanına gitmiş ve birkaç günlük misafirlikten sonra silahlarımızı değiştirmiştik. Okumuş, kültürlü bir komutandı Zahid Seyaf. Alçak gönüllü ve sosyal yanı güçlü olan bu komutan halk tarafından da seviliyordu. Onun yanında kalmayı çok istiyorduk, ancak o yanından gelmiş olduğumuz Miracettin’i kırmak istemediğini belirtti. Birkaç gün devam eden misafirliğimiz esnasında, Seyyid Kutub’u, Şeriati’yi okuduğunu ve İran İslam İnkılâbından etkilendiğini, İmam Humeyni’ye hayran olduğunu anlatmıştı ve bu konuşmaların bir mükâfatıymış gibi bize sabahleyin birlikte bir yere gitme teklifinde bulunmuştu. Biz, ciddi bir operasyona gideceğimizi düşünerek onaylamış ve her birimiz geceyi sabahın bir an önce gelmesini bekleyerek sıkıntılı bir gece geçirmiştik

Sabah olunca operasyon düzeniyle tek sıra halinde ilerliyorduk. Yol boyunca, dikkatli olmamız gerektiği ve girdiğimiz bölgenin tamamen Rusların elinde olduğu söylenmişti. Öncülerin kontrolünde, ağaçları gür olan bir alana gelmiştik. Dikkatli bir şekilde ilerleyerek yüksek duvarlarla çevrili bir alana kadar gelmiştik ve içeri girdiğimizde uzun zamandır hasretini çektiğimiz beyaz suyla dolu havuzu görünce hayretler içinde kalmıştık. Kırmızı olmayan, saf su karşımızda duruyordu. Sevincimiz, operasyona hazırlanan duygularımızı, düşüncelerimizi güçlü bir şekilde izole etti. Tarihi bir mabet görünümünde olan bu havuz Hindulara aitmiş ve uluslararası anlaşmalar doğrultusunda, yıkılması  önlenmişti. Hindularca kutsal kabul edilen bu alan, Sovyet askerlerinin denetiminde olan bölgedeymiş. Bizim kalabalık bir grup halinde geldiğimiz kendilerine haber verilmiş veya görmüş olduklarından, çevrede onlardan hiç eser yoktu. Gün boyu burada kalacağımız, kaynaktan su içmenin ve havuzda nöbetleşe yüzmenin serbest olduğu söylenince biz hiç sıramızı da beklemeden uzun paçalı şortlarımızla havuza girmiştik ve rahatsızlık hissedinceye kadar, gelen temiz kaynaktan su içmiştik. Öğle vakti yakın bir mescide gidip namazımızı kıldıktan sonra, halkın getirdiği  patlıcan, bamyadan oluşan yemeği yemiş ve yeniden havuzumuza dönmüştük.

Dinlenme ve bir iki küçük operasyonun dışında bütün günümüz, mücahitlerle geçiyordu. Onların savaş hikâyelerini ve savaşın başında tecrübesizlikten dolayı fazlasıyla zayiat verişlerini dinliyorduk. İşgalin ilk günlerinde Sovyetler, dağı taşı bombalıyor ve dünya savaşından kalan bombaların büyük oranda patlamadığı söyleniyordu. Mücahitler, içindeki patlayıcıyı çıkarmak için ortasından kesmeye çalışırken diğer mücahitlerin de büyük bir merakla olayı izlemeye çalıştığını ve demirin ısınmasıyla kıvılcım alan patlayıcılardan onlarca mücahidin/insanın ölümüne yol açtıklarını hayıflanarak anlatıyorlardı. Biz bunu şimdi nasıl becerebildiklerini sorunca, bunca zayiattan sonra kesme işini sadece bir kişinin uzak bir alanda yaptığını ve demirin soğuması için sürekli su kullandıklarını anlatınca olayın vahametini daha iyi anlıyorduk. Onların anlattıklarına göre, en büyük zayiatı böylesine cehaletten ve mücahitlerin birbirlerini imha etmeye çalışması neticesinde verdiklerini anlıyorduk.

Afganistan’da karşılaştığımız ilklerden biri de, mücahitlerin kendi aralarındaki çatışmalarıydı. Cemiyetler, birbirleriyle savaştıkları zaman tamamen merhametsizleşiyor ve son kurşuna kadar karşı tarafı imha etmeye çalışıyorlardı. Rus tanklarına, “roketsiz kalırız!” düşüncesiyle atmadıkları roketleri, bitinceye kadar birbirlerini imha etmekte kullanmalarına “aşiret mantığı” şeklinde bir yorum getirmekten başka anlam bulamıyoruz. Bir köyde karşı gruplara yaptıkları bir baskın neticesinde iki taraftan onlarca insan ölmüş, ancak köyde bulunan mücahitler baskın düzenleyenler tarafından muhasara altında tutulmuş ve köyde bulunanlarla birlikte tamamen imha edilmişlerdi. Bununla da kalmayıp, cesetlerin oradan alınmaması için günlerce mevzide kalmışlar ve cesetlerin kokuları kendilerini tamamen rahatsız edinceye kadar da oradan ayrılmamışlardı. Mücahit grupların böylesine merhametsiz olduklarına onlarca örnek veriyorlardı.

Mücahitlerin, aşiret mantığıyla birbirlerini imha etmeleri ile ilgili en dramatik olayı Abdulhak Maruf anlatmıştı. Ramazan ayında mücahitler, Lağman bölgesinde iftar etmek için bir büyük mescitte toplanmışlar. Kasaba halkı kendi aralarında hazırladıkları yemekleri sofralara düzmüş; ezan okunduktan sonra namaz kılmış ve topluca sofralara oturmuşlar. Bölge, güvenilir olduğu için nöbetçi koymaya bile ihtiyaç duymamışlar. Bütün mücahitlerin sofraya oturmasıyla birlikte ateş başlamış ve kırılan camlardan içeriye yüzlerce el bombası atılmış. Bununla yetinmemiş, içeri girmişler ve tek bir canlı kalmayıncaya kadar hepsine kıymışlar. Cemiyet-i İslami, Hizb-i İslami mücahitlerine, Hizb-i İslami de bunun benzerini Cemiyet-i İslami’ye yapıyor. Bütün gruplar arasında böylesine yüzlerce olay yaşanmıştı. Kardeş kavgasında, tamamen aşiret/kabile öfkesi, mantığı ve yöntemi hâkimdi.

Ruslara karşı aynı hınç ve kini taşımıyorlardı. Hatta belli bir dönem sonra varlıkları onların varlıklarıyla güçlenir hale gelmişti. Garip bir denklem vardı. Dışarıdan gelen yardımlara ek olarak, Afgan halkından alınan vergilere bir de Ruslara sattıkları uyuşturucu eklenmişti. Olayın farkında olan Sovyet hükümeti cephelere para hareketini kontrol etmeye başladığında da, Ruslar silah, mermi ve teçhizat vererek uyuşturucu almaya başlamıştı. Mücahitler, “Ruslar uyuşturucu almadan, bu korku ve dehşetin anaforunda daha fazla direnemezler!” diyorlardı. Alışveriş,  köylüler aracılığıyla yapılıyordu. İyi müşteri olanlar, belli bir süre sonra bölgede anlaşmalı hareket etme önerisi bile sunuyorlardı. Mücahitler bu bölgede faaliyet halindeyken onlar görmezlikten gelecek, onlar da bir yerden bir yere nakledilirken kendilerine karışılmayacaktı. Anlaşmanın olduğu bölgelerde savaş,  düşük yoğunlukta devam ediyordu.

Ramazana birkaç gün kalmıştı, son birkaç günün keyfini çıkartmak maksadıyla dere kenarındaki ağaçların arasında dolaşmak ve ardından elbiselerimizi Soğrut suyunda yıkayıp, kuruladıktan sonra geri dönmeyi planlıyorduk. Yeşillikler, çevresi şeker kamışlarıyla, mısır tarlalarıyla yüksek duvarlar halinde kaplı olan patika yollardan aşağıya doğru inerken, karşıdan başka hizipten kalabalık bir grubun yukarı doğru çıktıklarını gördük. Ben ve Cihat tanıdığımız bu grubu selamlamak ve onlarla kucaklaşmak için onlara doğru gidiyorduk. Tam yaklaşıp selam verdiğimiz sırada, namluya mermilerini sürerek, ellerimizi havaya kaldırmamızı ve teslim olmamızı istediler. Fatih, geriden geliyordu, onların taşların arkasına mevzilenip, bizi çember içerisine aldıklarını görmesi üzerine o da mermiyi namluya sürerek bir taşın arkasında mevzi tutmaya başlamıştı.

Afganlıların anlattıklarını artık hissetmiyor, yaşıyorduk. Aşiret mantığının İslam’i ahlakın, duyguların önüne geçmesini, düşünce, duygu ve gerçek alanda canlı olarak yaşıyorduk. Birkaç defa selamlaşıp, kucaklaşma ve hal hatır sormanın dışında hiçbir diyalogumuz olmayan başka bir grubun silahlı milislerinin muhasarası altındaydık. Daha düne kadar birlikte olduğumuz, aynı saflarda namaz kıldığımız, birlikte avuçlarımızı açarak ortak dualarla Allah’a yakardığımız bu insanların, şu anda bize reva gördükleri zillet, basit bir öfkeyle izah edilecek gibi değildi. Hayal edemeyeceğimiz zillet artık bize yakındı.

 

(Devam Edecek)

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum