Aslolan, 'Ebu Cehl'e düşman olmak değil, Resul(S)'e dost olabilmek'tir..
'İran-Suriye -Türkiye' ekseninde gelişen tartışmalardan bir kesit..
Suriye Buhranı konusundaki zıdd tavırlar, müslümanlar arasında bir takım sert tartışmaları da beraberinde getirdi..
Bu tartışmalar, kanlı bir hadise karşısında tutulan saf gereği gereği, sert ve kırıcı noktalara da vardı.. Çünkü, izlenen boğuşmada hergün onlarca, yüzlerce insan katlediliyor ve bir tarafta kanlı bir diktatörlük rejimi, tâgûtî bir rejim var; karşısında ise, kendileri hangi hak anlayışına sahib olurlarsa olsunlar, o zulme, diktatörlüğe karşı kendi insanlık hak, haysiyet ve şereflerini korumaya çalışan kitleler.. Onlar en azından, mazlum kitleler.. Karşı çıktıkları sistem ise, kesin olarak bir zulüm ve ölüm mekanizması..
Ve, 50 yıla yakın zamandır, halkın yüzde 80'ince sapkınlık olarak nitelenen ve sadece yüzde 10-12'lik bir azlığa dayanan Esed Khanedanı ve Baas rejimi diktatörlüğü tarafından yönetilen Suriye'de binlerce insan, aylardır boğazlanırken tartışmalar da ister istemez sert olabiliyor..
*
Bu tartışmalar sırasında, Nureddin Şirin, kendi sorumluluğundaki bir siteden yazdığı bir yazıda, benim geçen Haziran'daki bir yazımdan bir bölüm aktarıyordu..
O bölümü buraya da (özetle) alayım:
“ (...) Velfecr olarak, Haartez sitesinden yaptığımız haberlere tepki gösteren (...) kardeşlerimize (...) Haksözhaber sitesinde alıntılanan köşe yazarlarının yazılarının çoğunda haaretz kaynak olarak gösteriliyor. Ve o yazarlar, ele aldığı konularda Haaretz’in haberlerini baz alarak değerlendirmelerde bulunuyor. (...)
Selahaddin E. Çakırgil ağabey Haksöz'deki 7 Eylül 2001 tarihli "Ödeyeceğimiz bedel, kendi kesin doğrularımıza göre olmalı!" başlıklı yazısında Haaretz'den şöyle bir alıntılama yapıyor:
"Nitekim, İsrail rejiminin önemli yayın organlarından olan Haaretz, 4 Eylül günü, yayınladığı başmakalede, "Türkiye düşman değil. İsrail üzüntülerini ifade etmeli, tazminat ödemeli ve ilişkileri de düzeltmeli... (...) Türkiye'yle ilişkiler gibi stratejik bir değer için, bu, ödenecek küçük bir bedeldir" ifadesi kullanılıyordu.. Bu gazetenin yazarlarından Zvi Bar'el de son dönemde uluslararası toplum içinde yükselmesinin de ışığında, İsrail'e karşı planladığı eylemler için Türkiye'nin muhtemelen uluslararası destek sağlayacağını ifade ederek, Erdoğan’ın Suriye'deki Esed rejimine karşı sert tavrını, Libya'daki geçici hükûmetle işbirliğini ve Mısır'daki devrime verdiği desteği örnek gösteriyordu.. "Türkiye düşman devlet değildir" denilen yazıda, Ankara'nın tavırlarının Netanyahu hükümetinin uyguladığı politikaların bir sonucu olduğu Davudoğlu’nun sözleriyle destekleniyor ve yahudileri incitme niyetinin bulunmadığı umudu dile getiriliyordu.."
Dikkat edecek olursak, Selahaddin ağabey, Haaretz'dan iktibas yaparken, alıntılamanın önüne "İsrail rejiminin önemli yayın organlarından olan Haaretz" ibaresini kullanıyor.
Fakat aynı Selahaddin ağabey, yine Haksöz'deki 01 Haziran 2011 tarihli "Siyaseti, ahlâkî ölçüleri ayaklar altına alarak mı yapmak?" başlıklı yazısında
"Nitekim, İİC’de yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesi, 31 Mayıs günü, Haaretz isimli İsrail gazetesinde yayınlanan bir değerlendirmeyi esas alarak, ’Tayyîb Erdoğan’ın seçimlerden kesin bir zaferle çıkacağı ve sonra da, ve ’İkhvan’ul Muslimîyn, HAMAS, ve İran’la birlikte bölgede, Osmanlı gibi bir yeni güç odağı oluşturup, Amerika’nın Ortadoğu’daki etkisini kırmaya kalkışacağı korkusunu yansıttığını’ duyuruyordu, okuyucularına.. " ifadeleriyle Cumhuri İslami gazetesinin ahlakiliğini sorguluyordu...(...)”
*
Nureddin'in bu yazısı üzerine, aramızda bir yazışma oldu.. Bu yazışmaları, bazı konuların daha iyi anlaşılmasına hizmet edebileceği ümidiyle, buraya da aktarmak istiyorum:
*
Nureddin Şirin'in yukardaki üzerine kendisine gönderdiğim açıklama, onun yönetimindeki sitede şu takdimle yayımlandı:
Selahaddin Eş Çakırgil Ağabeyden Velfecr'e Açıklama
16.02.2012,
Saygıdeğer Selahaddin Eş ağabey, "Suriye Üzerinden Hizbullah'a Bu Kadar Saldırmanızın Anlamı ne?" başlıklı yazımızla ilgili açıklama yaptı.
"Suriye Üzerinden Hizbullah'a Bu Kadar Saldırmanızın Anlamı ne?" başlıklı yazımızda, Selahaddin Eş Çakırgil ağabeyin, Haartez gazetesinden yaptığı alıntıdan hareketle Cumhur-i İslami gazetesinin ahlakiliğini sorguladığını belirtmiştim.
Selahaddin Ağabey yazımızda kullandığımız ifadelerin doğru olmadığını belirterek bizi uyardı. Ben, Selahaddin ağabeye, hukukumuza, anlayışına ve büyüklüğüne sığınarak bir cevap yazacağım. Ancak önce Selahaddin ağabeyin açıklama yazısını aktarıyor, kendisinden özür ve helallik diliyorum...
Nureddin Şirin
*
Selamunaleykum Nureddin kardeşim;
14 Şubat 2012 tarihli yazında, diğer bazı arkadaşlarla aranızda Suriye konusundan dolayı çıkan tadsız tartışmalara veya karşılıklı suçlamalara değinirken, benim de, İsrail gazetelerinden alıntılar yaptığımı kendi görüşlerine delil olarak göstermişsin..
Ben, hele de siyonist ve diğer emperyalist veya şeytanî güçlerin yayın organlarında çıkan yazıları tamamen doğru kabul ederek hüküm verenlerden olmadığım gibi, onların her söylediğinin yanlış ve yalan olduğu veya kulak tıkanması gerektiği gibi bir kanaate de sahib değilimdir..
Böyleyken yazında, 7 Eylul 2001 (değil, 2011 olacak) tarihli yazımda benim ‘önemli gazete’ diye niteleyişimi vurgulayarak Haaretz gazetesinden aktardığım yazıyı delil gösterirken, o gazeteyi önemli olarak niteleyişimin altından bir şeyler arar gibi bir ifade kullanmış olmanı anlamış değilim..
Kaldı ki, Jeruselam Post da, Yedioth Ahranoth da, siyonist rejimin önemli gazetelerindendir ve gerekli gördüğümde aktarmalar yaparım.. Dünyanın herhangi bir yerinde, etkili gördüğüm herhangi bir yayın organında yapılan yorumları da kendi dünya görüşüm açısından elbette değerlendiririm.. Ama, onların yaptığı değerlendirmeleri tek başına bir delil gibi göstererek hele de müslümanları suçlamak gibi bir duruma düşmeyecek kadar dikkatim vardır herhalde ve elhamdulillah..
14 Şubat tarihli yazında, benim bir başka yazıma, 1 Haziran 2011 tarihli yazıma da değinmiş ve o yazıdan aldığın bir paragrafı aktardıktan sonra, ‘Cumhûrî-i İslamî gazetesinin ahlakîliğini sorguladığım’ gibi bir sonuç çıkarmışsın..
Nureddin kardeşim;
Ben o paragrafın neresinde bir ahlâkî sorgulama bulunduğunu çıkaramadım, çünkü o pragrafta öyle bir niyet yoktu, yazının başlangıç kısımlarındaki görüşlere bir örnek olarak, orada, Tayyîb Erdoğan’a yüklenen ve başkalarının ondan bekledikleri rolleri unutmaması ve hele de seçim konuşmalarında bir ahlâk hocası gibi davranması gerektiğini hatırlatmaya çalışıyordum..
Evet, o yazımdan herbirimize devamlı yapmaya çalıştığım bugün daha bir geçerli olduğunu düşündüğüm ahlâkâ ölçülere riayet gereği hatırlatması vardı; ve en başta da, Tayyîb Erdoğan’a..
Çünkü, hele de seçim öncesinde, başkaları, ağızlarına geldiği gibi konuşsalar bile Tayyîb Bey’in gelişigüzel konuşmaması gerektiği hatırlatması yapılıyor ve bugün ağır suçlamalarda bulunduğu kimselerle yarınlarda yüzyüze gelmek durumunda kalabileceğini hatırlatmaya çalışıyordum..
Ama, bu konunun daha iyi anlaşılması için ve bu gün de herbirimizin sarfettiği sözlerin yarınlarda karşımıza bir utanç levhası olarak çıkarılamaması için, geçerli olduğunu düşünerek, o zaman, öteki siyasetçilerle Tayyîb Erdoğan arasındaki söz düellosunun sınırlarını hatırlatan o satırları tekrarlıyorum:
‘....görülmektedir ki, hele de seçim meydanlarında, muhalefet liderleri daha bir ısırıcılıkla ve hemen hepsi de, hattâ yalan ve hakaretlere başvurarak, Tayyîb Erdoğan’a saldırmakta ve o da, bütün o saldırıları savmak adına, sert karşılıklar vermektedir..
Kendisini ’Yeni CHP lideri’ olarak takdim eden Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarının, iddialarının, suçlamalarının, vaadlerinin seviyesi, ciddîye alınmayacak derecede, ortada.. Çünkü, her an, bir başka şekle bürünebiliyor.. Seçimden, partisinin oyunu arttıran lider olarak çıkamazsa, sonunun geleceği korkusu içinde.. (Ki, oyunu da arttırabilir bir mikdar.. Çünkü, Sarıgül Hareketi söndü.. Ecevit’in DSP’si, Rahşan eliyle Kılıçdaroğlu’nun emrine tahsis olundu.. Diğer solcu gruplar da kerhen de olsa, ona vereceklerdir oylarını..)
Bahçeli de ondan geri kalır durumda değil..
Seçimlere BDP destekli bağımsız olarak girenlerin sözleri ise, daha bir ürpertici.. Türkçülerin ırkçılıklarından hiç de geri kalmayan korkunç bir kürdçülük sergileniyor.. Hattâ, geçmişte İslamî kimlikleriyle bilinen A.T. gibi isimler bile, o rüzgara kaptırmışlar kendilerini...
Bazı bağımsız adayların, doğrudan doğruya Başbakan’ın şahsına yönelik ağır hakaret sözlerini ise, tekrarlamak bile gönüle giran geliyor..
Bütün bunlar olurken..
Tayyîb Erdoğan’dan daha ölçülü ve muhaliflerinin seviyesine düşmeden söz söylemesi beklenir.. Ama, o da, nihayet, etten-kemikten.. Yine de, kendisini frenlemesi gerekir.. Çünkü, ’dilin âfetleri’ deyimini en fazla anlayabilecek olan, odur ve karşısındakilerin dilini kullanması, onu da onların seviyesine indirger.. Gerçi, o, ’saldırılara karşılık veriyorum’ diyor ve genel olarak da öyle yapıyor, ama, yine de karşısındakilerin bazı yalan isnadlarına karşı, ’Bunları isbatlayamazsanız namertsiniz, alçaksınız’ gibi lafları edebilmesi, ona yakışmıyor.. Ve kezâ, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun onu sinirlendirmek için söyledikleri aşağılıyıcı laflara karşı, ’Siz kimsiniz’ gibi tekebbürlü lafları söylemesi, hiç hoş değil.. Çünkü, o, Tayyîb Erdoğan olarak, başbakan olduğu için değil, sahib olduğu değerler itibariyle, ötekilerin pek çoğundan çok farklı ve milletin büyük ekseriyetinin kalbinde yer eden bir ’değerler sistemi’ne nisbet edilenler içinde ayrı bir yere sahib.. Onun içindir ki, onun, diğerlerinin söylediklerini, yaptıklarını, velev ki, demokratik atraksiyonlar gerektirse bile, yapamaması gerekir..
’İyiliğe iyilik her kişinin işi, kötülüğe iyilik er kişinin işi..’ lafını unutmamak gerek..
Çünkü, onlar ne derse desin, Tayyîb Erdoğan, sorumluluk makamında olarak, yarınlarda, onlarla karşı karşıya gelecektir... O zaman, bu kadar çirkin sözlerden sonra, utanacak olanlar arasında kendisinin olmaması gerekir..
*
Hatırlayalım ki, Hz. Ali- Muaviye İhtilafı sırasında, Hz. Ali’ye bazıları gelip, ’Ey Ali, senin, siyaseti rakibin kadar bilmediğin söyleniyor..’ dediklerinde; Hz. Ali’nin de, ’Siyasetten maksad eğer hile, entrika, tuzak kurmak ise; Allah korkusu taşımasaydım, arab’ın içinde, benimle o konuda kimse yarışamazdı..’ dediği rivayet olunur, geçmişin tarih kitablarında..
Tayyîb Erdoğan da, bu anlayışa yabancı olmayan birisi olarak, kendisini daha fazla frenlemeli ve bazı sözlerinin halk içinde alıcısının olabileceği gibi basit demokratik menfaatlere ve atraksiyonlara sarılmaktan uzak durmalıdır.. Çünkü, ona yüklenen vazife ağır ve beklentiler onun tahmin edemiyeceği derecede büyüktür.. Nitekim, İİC’de yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesi, 31 Mayıs günü, Haaretz isimli İsrail gazetesinde yayınlanan bir değerlendirmeyi esas alarak, ’Tayyîb Erdoğan’ın seçimlerden kesin bir zaferle çıkacağı ve sonra da, ’İkhvan’ul Muslimîyn, HAMAS, ve İran’la birlikte bölgede, Osmanlı gibi bir yeni güç odağı oluşturup, Amerika’nın Ortadoğu’daki etkisini kırmaya kalkışacağı korkusunu yansıttığını’ duyuruyordu, okuyucularına..
Bu açıdan, bu konuda, Şeyh Edeb Âli’nin Osman Gazi’yi yaptığı varsayılan (ve 40-50 sene öncelerde Tarık Buğra tarafından kaleme alınan) bir nasihat metninin, hele de bu günlerde, takdir-i ilahî’nin kendisine yüklediği fonksiyonun Tayyîb Erdoğan tarafından daha bir hatırlanmasının faydalı olacağı umulur..
Evet, Şeyh Edeb Âli şöyle diyordu:
“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana…
Güceniklik bize; gönül almak sana..
Suçlamak bize; katlanmak sana..
Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana..
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana..
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… (...)
Ey Oğul!
Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah’u Tealâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalb versin. (...)
Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama, bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlub eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahib olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. (...)
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! (...) Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. (...)
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. (...)’
*
Evet, Nureddin kardeşim, o yazımda bunları söylemişim ve altına tekrar imza atıyorum.. Ama, burada, Cumhurî-i İslâmî gazetesinin ahlâkîliğini sorgulamak nerede?
Kaldı ki, eğer olursa, sorgularım da; siz de sorgulayın..
Kutsallar türeten, dokunulamazlar üreten bir anlayıştan uzağım..
Kalben yanlış olduğuna inandığımız konularda, dokunulamazlara sığınarak o yanlışlara kılıflar aramak, hele de müslüman insanlara hiç yakışmaz..
Yanlış yaptığımı anlarsam, Allah huzurundaki sorumluluğumu düşünerek, bu yanlışı başkalarının yanlışları üzerine bina etmeden, kendi hata ve yanlışım olarak kabullenip, sorumluluğunu öyle üstlenirim..
Bu hatırlatmayı okuyucularının yanılmaması açısından gönderiyorum..
Hayırlar dileği ve selamlarımla..
15.02.2012
Selahaddin Eş / Çakırgil
*
Bu yazıya Nureddin Şirin şu karşılığı verdi:
Selahaddin Eş Çakırgil Ağabeyime Serzenişimdir...!
17.02.2012, Yazdığımız yazıda, “Selahaddin ağabey, yine Haksöz'deki 01 Haziran 2011 tarihli "Siyaseti, ahlâkî ölçüleri ayaklar altına alarak mı yapmak?" başlıklı yazısında "Nitekim, İİC’de yayınlanan Cumhurî-i İslamî gazetesi, 31 Mayıs günü, Haaretz isimli İsrail gazetesinde yayınlanan bir değerlendirmeyi esas alarak, ’Tayyîb Erdoğan’ın seçimlerden kesin bir zaferle çıkacağı ve sonra da, ve ’İkhvan’ul Muslimîyn, HAMAS, ve İran’la birlikte bölgede, Osmanlı gibi bir yeni güç odağı oluşturup, Amerika’nın Ortadoğu’daki etkisini kırmaya kalkışacağı korkusunu yansıttığını’ duyuruyordu, okuyucularına.. " ifadeleriyle Cumhuri İslami gazetesinin ahlakiliğini sorguluyordu.” İfadesini kullanmıştım.
Yazıya tekrar baktım ve bir kelimeyi eksik okuma sonucu ciddi bir hataya düştüğümü gördüm. Yani, yazının başlığının zihnimde bıraktığı izin etkisi altında “Cumhuri İslami gazetesinin Tayyib Erdoğan karşıtı bir söylemine Haaretz’in değerlendirmesini baz aldığı ileri sürülüyor” gibi bir yanılgıya düştüm.
Tekrardan Selahaddin ağabeyden özür ve helallik isteyerek böyle bir dikkatsizlikle bir ağabeyimin hakkına girdiğim için de Rabbimden bağışlanma diliyorum.
Bu vesileyle, Selahaddin ağabeyin yazısı içinde değindiği konulardan da hareketle, bir kardeşi olarak, kendisine bir serzenişimi arz etmek istiyorum…
Selahaddin Ağabey, yazınızda da belirttiğiniz gibi “diğer bazı arkadaşlarla aranızda Suriye konusundan dolayı çıkan tadsız tartışmalara veya karşılıklı suçlamalar” ifadesini kullanıyorsunuz.
Evet haklısınız, böylesi bir tadsız tartışmalar söz konusu.Ve bunun nedeni, de sizin de belirttiğiniz üzere Suriye konusu..
“Bilmiyorsanız bilenlere sorunuz” “hakkı ve adaleti ayakta tutan şahidler olun” gibi temel şer’i ve ahlaki bir sorumlulukla yükümlü olan bizler, sizden Suriye konusunda bildiklerini kamuoyu ile paylaşmanızı bekledim hep…
Başta “1982 Hama katliamı ve sonrası İran ile ilgili gelişmeler ve buradan hareketle, günümüzdeki İran ile Suriye yönetimi arasındaki ilişkiyi bu tarihi arka-planla ilişkilendirici yorumlar ve suçlamalar” olmak üzere, İran’ın dış politikasının ne anlama geldiğini ortaya koyacak bilgi ve deliller…
Sizin İran İslam Cumhuriyeti konusunda herkesten daha çok bilgiye sahip olduğunuz bilinen bir gerçeklik; zira siz bu bilgiyi enformatik kanalların size yansıttıklarından daha çok yaşayarak, izleyerek ve gözleyerek edindiniz…
Acaba, İslami camiada, 1982 Hama katliamından dolayı, İran İslam Cumhuriyeti, özelde İmam Humeyni hakkında oluşturulan yargı sizce doğru mudur? Ki o dönemi en yakından takip edenlerdensiniz.
Ben de sizin “kutsallar türeten, dokunulamazlar üreten bir anlayıştan uzağım” ifadenizi teyidle “İran siyaseti kutsal ve dokunulmaz değildir” diyor ve size şunu sormak istiyorum:
1982 Hama olaylarında İran’ın dahli, sorumluluğu ve vebali nedir?
Arkasında bütün emperyalist ülkelerin, bölgesel Arap rejimlerinin yanı sıra Burgiba’nın Tunus’u, Numeyri’nin Sudan’ı ve hatta Arafat’ın El Fetih’i de olmak üzere bütün dünyanın tek saf tuttuğu Saddam 1975 El Cezayir anlaşmasını yırtarak 22 Eylül 1980’de 8 yıl sürecek olan o tahmili savaşı başlattığında, İran’ın bu yıkımı savuşturmak için, -Suriye baasının Irak baası ile olan ihtilafından da istifade ederek,- Suriye’nin sunduğu destekten yararlanması bir İslam Devleti’nin dış politikasına aykırı mıydı?
Diğer bir ifadeyle, beşiğinde boğularak öldürülmek istenen bir İslam Cumhuriyeti’nin, böylesi uluslar arası ve bölgesel bir blokun yıkım operasyonunu etkisizleştirmek için Suriye yönetimi ile stratejik ilişki kurması Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı mı idi?
Kronolojiye bakacak olursak;
11 Şubat 1979’da zafere ulaşan, 19 ay 11 gün sonrasında ise böylesi yıkıcı bir savaşla karşılaşan İslam devrimi, Suriye rejimi ile stratejik bir dayanışmaya girdiği halde, başında Seyyid Mehdi Haşimi’nin bulunduğu “dünya özgürlük hareketleri konseyi” ile Suriyeli rejim karşıtı Müslümanlara da kucağını açmamış mıydı? “Özgürlük hareketleri” konseyinin davetlileri olarak Tahran’a gelenler, Suriye Baas rejiminin temsilcileri mi idi, yoksa bu rejimin muhalifi olan Müslümanlar mıydı?
Yeni kurulmuş İran İslam Cumhuriyeti bir taraftan henüz kendisini daha tahkim etmemişken, diğer taraftan da emsalsiz bir yıkım savaşı ile boğuştuğu halde, Filistin’den Moro’ya dünyanın bütün İslami ve ulusal özgürlük hareketlerini bağrına basmamış mıydı ve bunların arasında Suriye rejim muhalifleri yok muydu?
Peki ne oldu da, İran ile Suriyeli rejim karşıtı Müslümanlar arasında sıkıntılar çıkmaya başladı, bunun müsebbibleri kimlerdir? Hangi olaylar ve gelişmeler yaşandı?
Ardından Hama ayaklanması nasıl başladı? Bu ayaklanmanın Bağdat ve Amman bağlantıları neydi? Suriye Devrim Konseyi’nin Said Havva’nın başkanlığında Saddam’a verdiği desteğin sebebi ve anlamı neydi?
Bu hususları siz çok iyi biliyorsunuz, bilgilerinizi tanıklığınızla birlikte kamuoyu ile paylaşmanızı istirham ediyorum.
Şubat 1982 denilince akla sadece Hama katliamı geliyor. Halbuki aynı tarih bugün hiç de konuşmadığımız bir başlangıcı ifade ediyor: siyonist rejimin Lübnan’ı işgali. Ta ki Beyrut’un kapılarına kadar dayanıp bütün Filistinli savaşçıları Lübnan’dan attıktan sonra Sabra Şatila’da binlerce savunmasız Filistinliyi katletmesine yol açan siyonist işgal. Aynı zamanda “Barış ve İstikrar” adı altında Lübnan’a konuşlanan ABD, İngiliz, Fransız ve İtalyan güçleri.
İran bir taraftan tahmili savaşın en zorlu anlarını yaşarken, Lübnan’ın işgali üzerine, Irak’la ateşkes yapıp Irak üzerinden Lübnan’a ordu göndermek istemedi mi? Irak rejiminin bunu kabul etmemesi üzerine, İran devrim muhafızları Suriye üzerinden Lübnan’a gönderilmedi mi? Lübnan’da batılı emperyalistlere ve siyonist işgale karşı yükselen İslami direnişin temeli bu değil mi?
Eğer o zaman devrim muhafızları Baas rejimi ile savaş cephesinden ayrılıp Lübnan’a gitmemiş olsalardı, bugün Lübnan siyonizmin kalesi olmayacak mıydı? Ya da, Lübnan’da İslami direniş ortaya çıkmasaydı, Filistin’de intifada ortaya çıkabilecek miydi?
Ölüm kalım savaşı içinde olan İran İslam Cumhuriyeti, Suriye olan ilişkisinden kendi ulusal çıkarları için mi, yoksa Lübnan İslami direnişinin ortaya çıkması için yararlandı?
Lübnan’da bulunan Suriye güçleri Trablus’ta Merhum Şeyh Said Şaban liderliğindeki Sünni Tevhid Hareketi’ne yönelik büyük bir saldırı başlattığında, bu saldırganlığı durdurmak için İmam Humeyni’nin emriyle Suriye’nin başkenti Şam’a giden dönemin Cumhurbaşkanı Seyyid Ali Hamenei değil miydi? İslami Tevhid hareketi cumhurbaşkanı Seyyid Ali Hamenei’nin müdahalesi ile güvence altına alınmamış mıydı?
İran-Suriye ilişkileri, Lübnan’daki Suriye güçlerinin başkent Beyrut’ta Hizbullah savaşçılarına saldırıp çok sayıda Hizbullah mücahidini şehid ettiğinde, Hizbullah savaşçılarına Suriye güçleri ile savaşmama emrini veren İmam Humeyni neyi hedeflemişti?
Yine, İran’ın Suriye ile olan ilişkisinin bir diğer yönü, Suriye rejiminin Golan tepeleri üzerinde, şartlı bir şekilde siyonist rejim ile sürdürdüğü “barış görüşmeleri”ni etkisizleştirme ve siyonist rejimin Suriye tarafından tanınmasını önleme amacını taşımıyor muydu?
Hafız Esad’ın son dönemlerinde, siyonist rejim ile anlaşmanın eşiğine gelmiş süreci, İran önlememiş miydi?
Bu dönemler insan zihninde belirginlik kazanmadıkça, bugün yaşanan hadiseleri sağlıklı ve adil bir şekilde değerlendirebilir miyiz?
Selahaddin ağabey,
“Diğer bazı arkadaşlarla aranızda Suriye konusundan dolayı çıkan tadsız tartışmalara veya karşılıklı suçlamalar” ifadesiyle, Suriye üzerinden tadsız tartışmaların ve karşılıklı suçlamaların çıktığına dikkat çekiyorsunuz?
Peki nedendir bu tartışmalar?
İran İslam Cumhuriyeti’nin neredeyse meşruiyetini tartışma noktasına getiren suçlama ve nitelemeler sizi rahatsız etmiyor mu? Tamam “kutsallar türetilmesin, dokunulamazlar üreten bir anlayıştan uzak durulsun” da, bu İslam Cumhuriyeti’ne yönelik böylesi saldırı ve suçlamalar sizde bir rahatsızlık meydana getirmiyor mu? 33 yıldır emperyalizm ve siyonizm ile boğuşan bu nizamın hiç bir itibarı ve hürmeti yok mu?
Selahaddin ağabey,
Taif dönüşünde Hz. Peygamber’e birkaç gün “eman” veren bir müşriğin Hz. Resulüllah’ın nezdinde bir kadri var da, bütün vurulmuşluğuna rağmen siyonizm ve emperyalizmle savaşında gözünü Filistin’den ayırmayan, istikbar ve siyonizmin bölgesel sultasını ortadan kaldırmaya çalışan, bunun için de küresel emperyalizmin saldırgan öfkesini üzerine çeken bir İran’ın, Resulüllah’a birkaç gün eman veren bir müşrik kadar bile itibar ve kıymeti yok mu?
Sizin için Şehid Behişti’nin ayrı bir hürmeti olduğunu biliyoruz. Kimdi Behişti, ne yapmak istiyordu ve neleri savunuyordu? İslam Cumhuriyeti nizamının Şehid Behişti’nin idealleri ile ayrışan noktalar nelerdir?
Yine aynı şekilde İmam Humeyni’nin kendisini “Kur’an’ın oğlu” diye tanımladığı Şehid Muhammed Muntezeri’nin idealleri neydi ve bugün İslam Cumhuriyeti nizamı bu ideallerin ne kadar uzağında?
Bizim için birileri “kutsal ve dokunulamaz” değil. Bize, Şehid Behişti ve Şehid Muntezeri ile bugünkü İslam Cumhuriyeti arasındaki ayrılıkları gösterin, biz de hiçbir tereddüt göstermeksizin onlardan teberri edelim…
Seyyid Mehdi Haşimi üzerinden de örnek verelim:
Mehdi Haşimi’nin ta o zamanlarda yoğunlaştığı bölgelerin başında körfez ülkeleri geliyordu. Bahreyn de bunların içindeydi.
Bugün Bahreyn’de yaşananlar her şeyden önce bu aziz şehidlerimizi, hürmette hiçbir zaman kusur etmediğiniz Merhum İmam Humeyni’yi rencide etmiyor mu?
Tamam, biz itiraz ettiğimizde, bizi birileri garazkar ve yanlı olarak nitelendirebilir; ama Müslüman Alimler Birliği Başkanı sıfatıyla cami minberlerinden hutbe okuyan Şeyh Kardavi’nin “birileri bana Tunus Devrimi diyorsun, Mısır Devrimi diyorsun, Libya Devrimi diyorsun, Yemen Devrimi diyorsun da niçin Bahreyn devrimi demiyorsun?” diye soruyor. Ben de onlara dedim ki, Bahreyn’de olan mezhepçiliktir, Bahreyn’de bütün Şiiler bütün Sünnilere karşıdır” diyerek, sözümona “Sünnilik” adına diktatör Al-i Halife rejiminin ve Bahreyn’e girerek katliam yapan Suud rejiminin arkasında durması sizin de kanınıza dokunmaz mı?
Evet özür dilediğim yanılgımız dolayısıyla, “Cumhurî-i İslâmî gazetesinin ahlâkîliğini sorgulamak nerede? Kaldı ki, eğer olursa, sorgularım da; siz de sorgulayın” diyorsunuz...
Suriye olayları üzerinden yapılan onca saptırma ve dez-enformasyonların, "Suriye muhalefeti" adı altında yapılan vesayetçi açıklamaların sorgulanacak bir yanı yok mu?
Suriye ilgili yayınlarımızda, rejim karşıtı askeri ve siyasi muhaliflerin açıklamalarına yer verirken “Her fırsatta "emperyalist komplo var" "NATO müdahalesi talep ediliyor" iftiralarını atanlar” sözünün kendisi apaçık bir iftira değil mi?
Artık, Suriye’deki rejimin katliamlarını telin adı altında İslamcılar ile ABD emperyalizmi arasındaki karşıtlığı giderici çıkış ve söylemler, sorgulanması gereken noktaya gelmedi mi sizce?
Selahaddin ağabey,
Duygusallık yapma niyetinde değilim ama, sizinle olan bağım, 15 yaşında İstanbul Güngören MTTB şubesinde kütüphaneden sorumlu kılındığımda, sizin o iki ciltlik “Kavşak Noktasında Türkiye’nin Siyasi Görünüşü” adlı kitabınıza aşinalıkla başlamış ve siz Paşa Kapısı cezaevinde iken, üzerine “Selahaddin Eş’e Özgürlük” yazdığım afişler döneminden başlar. Sizi ilk olarak Taksim Kapalı Spor Salonu’nda dinlemiş daha sonra ise 1986’da devrim törenleri dolayısıyla Tahran’a geldiğimde, sizinle görüşmüş, Merhum Abdulmelik Fırat ile birlikte evinize misafir olmuştuk. Ve sürüp gitti.
İlk andan bu güne aşinalığımızın yegane mirengi noktası "İslami mücadele" ve "İslam devrimi" olmuştur.
Bugün itibarıyla, aramızdaki ihtilaflı noktaları bir kenara bırakacak olursak, büyüklüğünüze ve anlayışınıza sığınarak bütün kalbimle, hem hürmet hem serzenişle, “Selahaddin ağabey neredesiniz?” diye soruyorum…
Merhum İkbal’in “Kalk ey yaralı arslan! Çiğnemeye kıyamadığın o nazenin topraklarda çakallar dolaşıyor şimdi” diye, Doğu’ya seslenirken, ben de bir “devrim öğretmeni” olarak gördüğüm Selahaddin ağabeyime, “İmam’ın, Behişti’lerin devrim yurdunu çakallara çiğnetecek misiniz?” diye soruyorum…
Hürmetle Selahaddin ağabey,
Rabbimden sağlık, esenlik ve uzun ömürler diliyorum.'
*
Nureddin'in bu yazısına gönderdiğim cevabî yazım, şu takdimle yayınlandı:
Selahaddin Eş İran ve Suriye İlişkilerini Anlatıyor
22.02.2012
Selahaddin Eş Çakırgil, Nureddin Şirin'in yazdığı "Selahaddin Eş Çakırgil Ağabeyime Serzenişimdir" başlıklı yazısına cevap yazdı.
Selahaddin Eş Ağabeyin yazdığı bu cevaba karşılık, yazacağımız cevabın olduğunu belirterek, Selahaddin ağabeyin yazısını sunuyoruz:
*
Selamunaleykum Nureddin kardeşim;
Birkaç gündür, bilgisayarıma ârız olan bir virusu engelleme çabaları sebebiyle, benden cevabını beklediğin sorular konusunda yazmakta geciktim, mâzur göresin..
Yazında ele aldığın konuların büyük bir kısmı, doğrudan doğruya İİC ile ilgili hususlar.. O hususların bu yazışmaya vesile olan asıl mes'eleyle, Suriye Mes'elesi etrafındaki tartışmalarla doğrudan bir ilgisi olmadığından, o konudaki değerlendirme, kıyaslama ve örnekleri başka zaman ve zeminlere bırakalım..
Yazında önce, 1982- Hama Hadiseleri'ne değiniyor ve “1982 Hama katliâmı ve sonrası İran ile ilgili gelişmeler ve buradan hareketle, günümüzdeki İran ile Suriye yönetimi arasındaki ilişkiyi bu tarihi arka-planla ilişkilendirici yorumlar ve suçlamalar” olmak üzere, İran’ın dış politikasının ne anlama geldiği ve Hama Katliâmı dolayısiyle İslamî camiada İmam Khomeynî hakkında oluşturulan yargı' üzerinde görüş açıklamanın, -o günleri bizzat yaşamış olmam hasebiyle- bana da düştüğünü belirtiyor ve neredesin diye sesleniyorsun..
*
Belli bir mekan veya zaman diliminde yaşayanların, o dönemdeki hadiseleri bütünüyle kavramış oldukları düşünülemez, elbette.. Bu açıdan, o günleri yaşamış olmam, olan biten herşeyi bildiğim veya doğru kavradığım mânasına gelmez, önce bu hususu belirtmeliyim..
Ama, şu kadarını belirteyim ki, Suriye müslümanlarının mücadelesini 1975'lerden beri yakînen takib etmeye çalışan ve bu konuda en sağlıklı haberleri, en güvenilir kimseler olarak bildiğim 'İkhwan -ul'Muslimîyn / Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın Türkiye'ye sığınan temsilcilerinden alan ve Hâfız Esed ve Baas rejimi diktatörlüğünü hattâ dergilerine kapak bile yaparak sosyal gündemin vitrinine taşımaya çalışan devamlı izleyenlerdendim..
*
Ama, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi günlerinde.. Bu konuyu takib etmekte bir kopukluk meydana geldi.. Çünkü, o günlerde ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştım.. Gittiğim ülke ise, Türkiye'de gerçekleşen 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi'nden 10 gün sonra, Irak Baas rejiminin başındaki kanlı diktatör Saddam'ın -emperyalistlerin teşvik ve tahriki sonunda- saldırmasıyla başlayan ve 8 yıl sürecek olan savaşın saldırıya uğrayan tarafı olan İran idi..
O dehşetli savaş içinde olup bitenleri sağlıklı olarak öğrenmek o kadar da kolay değildi..
Ayrıca, o günlerde, bu günkü gibi müthiş teknolojik iletişim imkanlarının bulunmayışı bir yana, sıradan telefon imkanı bile yoktu.. Hele uluslararası telefon görüşmelerinin istihbarat kurumlarınca takibi de bir ayrı tedirginlik kaynağı idi.. Olup bitenleri ancak gazetelerde yazılanlardan veya devletlerin tekelindeki radyo -tv. yayınlarından ya da, diğer emperyalist odakların duyurduklarından elyordamıyla takib etmek durumunda idik..
*
O günlerde, savaşın ilk haftasında, Saddam güçleri 1200 km.lik Irak- İran sınır boylarından topyekûn bir saldırıya geçmiş ve İran içlerinde 135 km. kadar ilerlemişti..
O günlerin Fransa Başbakanı Jacques Chirac, o savaşın başlamasından bir hafta kadar önce gittiği Bağdad'da, Saddam'ın kendisine, 'İran'a saldıracağını, bunun bir 'yıldırım savaşı' olacağını ve 7 günde sona erecek şekilde planlandığını' söylediğini, savaşın henüz de bitmediği 7. yıldönümünde itiraf etmişti..
Evet, evdeki hesab, çarşıya uymamıştı.
Ama, İran İslam Cumhûriyeti’nin askerî güçleri de, Şah ordusunun büyük çapta dağılması veya komuta kademesinin safdışı olması hasebiyle, o savaşta bir varlık gösteremiyordu.. Beşer planındaki askerî güç olarak, sadece, İslam İnqılabı'nın gönüllülerinden oluşan bir savaşçılar vardı ve onlar cebhelerde, tanklara karşı motosikletlerle direniyorlardı..
Bu müthiş bir direnişle, o ‘yıldırım savaşı'nın ilk saldırı dalgasını kırmışlar ve savaşı bir 'yıpratma savaşı'na dönüştürmüşlerdi..
(Merhûm) İmam o günlerde, 'Biz savaşı kazanacağız demiyorum, kazandık diyorum.. Bize başka yollarla galebe çalamıyacaklarını anlayan güçler şimdi bizi savaşla bertaraf etmek istiyorlar.. Demek ki, biz bir zafer kazanmışız.. Şimdi o zaferimizi korumak zamanıdır..' diyordu..
*
Bu konuları hatırlamak, o günlerin anlaşılması için gerekli de, onun için tekrarlıyorum..
O günlerde, hemen bütün arab diyarlarındaki okumuş sınıflar arasında etkili olan Baas ideolojisi ve partilerinin iktidara gelmiş iki örneği vardı.. Irak ve Suriye Baas rejimleri..
Baas (Rönesans/ Diriliş) ideolojisinin, 1955'lerde, Mişel Eflak, Ekrem Hourani ve Salâh Bitar isimli (ve ilk ikisi gayrimuslim; sonuncusu ise, müslüman bir aileden gelen) üç arab mütefekkiri tarafından ve 'Sosyalizm (El'İştirakiyyûn) ve Arab kavmiyetçiliği' gibi iki temel üzerinde formüle edildiğini hatırlayalım..
Irak’daki Baas rejimi, 1968'de Saddam'ın dayısı General Hasan el'Bekr'in liderliğindeki bir askerî darbe ile iktidara gelmişti.. Saddam ise, Irak Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı idi..
Suriye'de ise, General Hâfız Esed, 1969 sonundaki bir darbe ile Suriye Baas Partisi’ni iktidara taşımıştı..
Irak'da yönetim zâhiren El'Bekr'in elinde olsa bile, ülkenin güçlü lideri, fiilen Saddam Huseyn idi; ama, o, diplomatik açıdan, Hâfız Esed'den bir adım gerideydi..
Çünkü, Hâfız Esed, Devlet Başkanı olduğundan ve diplomatik açıdan Saddam'la aynı statüde olmayı kabullenemezdi..
O halde, Baas ideolojisinin ve arab ülkelerindeki Baas partilerinin lideri o (olmalı) idi..
Ama, Suriye, ekonomik açıdan Irak'a göre daha zayıf idi..
Ve de Saddam, başkasının liderliğini kabul edebilecek birisi değildi.. O halde, Baas partilerinin lideri, Saddam olmalıydı..Üstelik, İran ile Irak arasındaki ünlü 1975 tarihli Cezayir Andlaşması'nı bile, Saddam o fiilî liderlik konumundan istifade ederek, Şah'la aynı statüdeymiş gibi, aynı masaya oturarak imzalamıştı..
*
Ama, Hâfız Esed, onun bu fiilî konumunun kendisine denkliğini kabullenmiyordu..
Aralarında sırf bu liderlik mes'elesinden bir ihtilaf vardı; ama, bu ihtilaf iki ülkenin Baasçı kadrolarına da yansıyor, her iki taraf da liderliğin kendilerinde olması gerektiğini iddia ediyor, bunun kendilerine göre gerekçelerini sergiliyorlardı..
Ve her iki lider de, kendilerine karşı çıkanların yok edilmesi gerektiği anlayışını eskiden sınırları içinde yaşadıkları Osmanlı'nın İttihadçı'larından ve de daha sonraki dönemin kemalistlerinden pratik olarak öğrenmişlerdi ve o metodu tekrarlamaktan asla tereddüd etmiyorlardı.. Yani, karşıtlarına asla hayat hakkı tanımayıp yoketmek ve yeni bir hayat anlayışını zorla hâkim kılmak gibi 'toplum mühendisliği' anlayışları açısından her iki ülkenin başkentinde de tam bir kemalizasyon anlayışı hâkim idi..
*
Esed ile Saddam arasında bu rekabet sürerken, Saddam, sağlığının elverişsizliği gerekçesiyle dayısını 1979'da kenara koymuş ve kendisini hukûken de Devlet Başkanı statüsüne yükseltmişti..
Ama, diplomatik açıdan artık birbirine denk olan bu iki lider arasındaki Baas Hareketi'nin beyn-el'arab (arablararası) liderlik savaşı, her alanda kendisini hissettiriyordu..
Ve o zamana kadar, İran ile Suriye arasında fazla bir sıcak temas yoktu..
Esasen, Hâfız Esed, İran'da Şahlık rejiminin devrilmesiyle ortaya çıkan İslam İnqılabı nizamına sıcak bakabilecek birisi değildi.. Çünkü, kendi rejimi müslüman kitlelerin sindirilmesi siyaseti üzerine dayanıyor ve hele de ‘İkhwan-ul’Muslimîyn /Müslüman Kardeşler Teşkilati’ üye ve sempatizanlarına karşı en acımasız şekilde sindirme operasyonları yapıyordu.. Böyle bir katı laik lider ve rejiminin, Şah’lık düzenini İslamî bir dünya düzeni kurmak hedefiyle yıkarak dünya siyasetini derinden sarsan ve dünya müslümanlarına en inqılabçı mesajları en üst seviyeden veren bir İslam İnqılabı Hareketi’ne ve o hareketin tesis ettiği İslam Cumhûriyeti nizâmına sıcak bakması beklenemezdi..
*
İşte böyle bir hengamede, Irak Baas rejimi ve onun başındaki Saddam, İran'a saldırmıştı..
Hemen bütün arab rejimleri de Saddam’ı destekliyorlardı.. Ürdün Kralı Huseyn ve Mısır lideri Husnî Mubarek, Irak'a gelip savaş cebhelerinde, Saddam'la birlikte gözüküyorlar ve İran tarafına atılan topların ateşlemesini bizzat yapıyorlardı.. Hattâ, o savaşa başlangıçta tarafsız gibi bakan ve arab diyarlarında oldukça etkili olan El'Feth lideri Yâsir Arafat da Saddam'ın yanında yer almıştı..
Hâfız Esed ise, savaşın Saddam tarafından kazanılması halinde, Suriye’nin ve kendisinin bütün arab ülkelerindeki Baas Partileri Liderliğini Saddam’a kaptıracağını ve bunun da kendi ülkesindeki Baasçı kadroları bile rahatsız edeceğini, kendisinin darbesi şncesine kadar bir darbeler ülkesi halinde nam salan Suriye’de kendisinin kemalist yöntemlerle tesis ettiği ve katı otoriter sisteme karşı bir takım itiraz odaklarının filizlenmesine yol açabileceğini, eski darbeci geleneğin canlanabileceğini düşünüp dehşete kapılıyor ve Saddam'ın galibiyetiyle sonuçlanmasından tedirgin oluyordu..
*
İşte bunun içindir ki, Esed, Baas partileri için Saddam'la aralarında var olan liderlik yarışını kaybetmemek adına, Saddam’ın zafer kazanmaması için elinden geleni yapıyor ve savaş uzadıkça ve Saddam İran karşısında bocalayıp zayıflık belirtileri gösterdikçe iki lider ve iki Baas Partisi ve hattâ iki ülkenin halkı arasındaki soğukluk da artıyor, aradaki uçurum genişliyordu..
Hâfız Esed de, o günlerde o günlerde, Irak'tan Suriye sahillerinde Akdeniz'e ulaşan petrol boru hattını kapatarak, Saddam'ı güç duruma düşürmeye çalışıyordu..
Ama, savaş uzun yıllar sürünce.. Ve Saddam savaşta inisiyatifi kaybedince, Hâfız Esed, kendi Baas Partisi ve Arab Liderliği hayallerinin gerçekleşebileceği ümidiyle daha bir cesaretlendi ve (İslamî eğilimli olanlar da dahil) Saddam muhalifi hemen bütün muhaliflere kucak açtı, Suriye'de hareket serbestîsi tanıdı.. Yeter ki kendi iktidarına dokunacak eeylemlere tevessül edilmesindi..
*
İran ise, o günlerde, Saddam Irakı'nın saldırganlığıyla başlayan savaşa karşı çetin bir direniş sergiliyordu.. Sadece arab rejimleri değil, bütün emperyalist ülkeler de Irak'ın İran karşısında mutlaka galib gelmesi için her türlü desteği sağlıyor ve en akıl almaz entrikaları da sergiliyorlardı.. Halbuki, yâhirde, BM. Güvenlik Konseyi'nce alınan bir karar gereğince, savaşan taraflara silah satılmaması karar altına alınmıştı.. Ama, Saddam istediği her türlü silaha fazlasıyla sahib olabiliyordu.. İran ise, sıkboğaz edilmeye çalışılıyordu.. O dönemde Fransa Devlet Başkanı olan François Mitterand'ın en açık şekilde, 'Saddam'ın İran karşısındaki yenilgisi, demokrasi dünyasının yenilgisi olacaktır; o halde, Irak mutlaka kazanmalıdır..' diyordu..
İşte o demlerde, İran da, aralarında hiç bir ideolojik veya başka bir gönül bağının olmadığı Esed rejimini, 'düşmanımın düşmanı dostumdur..' anlayışınca kendisine yakın hissetti.. Üstelik de, Akdeniz limanlarına gelen her türlü ticarî malların veya askerî malzemelerin de en rahat şekilde kendisine ulaşabileceği bir ülke olarak Suriye, uluslararası baskı ve kontrollere de aldırmayan bir konumunda, İran'a destek veriyor, karşılığını da alıyordu.
Yüzmilyonlarca dolar yardım veya karşılıksız petrol verilmesi gibi gibi durumlar da ayrı..
Bu durum, Hâfız Esed’i arab ülkelerindeki diktacı, sultacı irili-ufaklı rejimlerin korku duyduğu bir konuma getiriyor ve o da bunu kendi diplomasisinin gücü halinde hele de Ortadoğu siyasetinde kullanıyordu. Bu arada, Lübnan’ı da büyük çapta kontrolü altında tutuyor ve amma, kendisinin de Suriye Hava Kuvvetleri’nin başındaki en etkili komutanlardan birisi olarak katıldığı Haziran-1967’deki 6 Gün Savaşı’nda İsrail rejimine kaptırılan ve Suriye’nin su deposu ve buğday ambarı olarak bilinen Golan Tepeleri’ni geri almak yolunda hiçbir riskli harekete girişmiyor ve buna rağmen, İsrail’e karşı direnişi temsil etmek gibi bir hava atmaktan da geri durmuyordu..
Çünkü, Mısır Lideri Enver Sedat İsrail rejimini diplomatik mânada resmen tanımış ve İsrail rejiminin başbakanı Menahem Begin’le Mart-1979’da Camp David Barış Andlaşması’nı imzalayan ilk arab lideri olmuş ve bu açıdan Filistin‘e de, arab halklarına da, bütün müslüman halklara da ihanet etmişti..
Ennver Sedat’ın o ihanetine bütün arab rejimleri ve halkları karşı çıkıp, arab Birliği Mısır'ı üyelikten bile atarken, Mısır’a karşı en güçlü muhalefeti yapabilecek konumdaki Suriye, o muhalefetin de bayrakdarı durumuna gelmişti.. Bu da, İİC ile Hâfız Esed Suriyesi’ni birbirlerine kısmen de olsa yakınlaştırıyordu..
*
Ayrıca, Şam'da, İran'lı müslümanların bilinen hassasiyetiyle daha bir itibar ettikleri, (Hz. Huseyn'in kızkardeşi Hz. Zeyneb'in kabrinin bulunduğu) Zeynebiye vs. ziyaret mekanlarına, İslam İnqılabı'ndan sonraki dönemde, İran'dan yoğun bir ziyaretçi akını başlamıştı.. Sayıları onbinleri, yüzbinleri bulan bu ziyaret akımı da belki bir yakınlık meydana getirmiş olabilir..
Ancak, Suriye rejiminin nasıl bir rejim olduğunu İslam İnqılabı sorumlularının bilmediğini düşünmek çok yanlış olur, herhalde..
Nitekim, Suriye'ye ve Türkiye'ye 1990'lı yıllarda yaptığı bir resmî geziyi bir Cuma hutbesinde anlatırken, Haşimî Refsencanî, Şam'daki rejimin mahiyeti gereği, yerli halkla fazla bir irtibatlarının olmadığını, sadece Zeynebiye Türbesi'ndeki İran'lı ziyaretçilerle sıcak anlar yaşadığını; ama Türkiye'ye gittiğinde, İstanbul, Konya ve Urfa'ya yaptığı ziyaretlerde kendisini İran'da imiş gibi hissettiğini, yerli halkla o kadar kaynaştıklarını zevkle aktarmıştı..
*
İmdiiii...
Bütün bunlardan sonra, gelelim Hama Hadiseleri'ne ve İran'ın o hadiseler karşısındaki tutumuna..
Önce.. Hama'da ne olmuştu?
Rivayetlere göre Hama şehrinde müslüman halk, Baas rejimi diktatörlüğüne karşı 'qıyâm' etmiş ve Hâfız Esed de, kardeşi Rif'at Esed'in komutasındaki özel muharib birlikleri aracılığıyla Hama şehrini günlerce süren bir operasyonla yakıp yıkmış, binlerce insanı öldürmüştü.. (Önceleri 20 bin kadar diye telaffuz olunan bu rakamlar şimdilerde 40 bin civarında ifade edilmektedir..)
Esasen hele de o günkü şartlarda (tıpkı bugünkü Suûd rejimi gibi) daha da bir 'kapalı toplum' durumunda olan Suriye'de, Şubat-1982'de Hama'da günler boyu nelerin olduğuna dair haberler, daha çok Batılı kaynaklardan duyuruluyordu.. Suriye, Sovyet Rusya'nın Ortadoğu'daki iskele başlarından birisi durumunda olduğu için, kapitalist emperyalizm dünyası, komunist emperyalizm dünyasının bu stratejik müttefikine dair haberleri çarpıtabilirdi; o halde temkinli olmak gerekirdi..
Bir takım iddialar vardı, ama, gerçeği dış dünyaya yansıtan hiç bir görüntü yoktu..
Sadece Hama'daki bu 'qıyâm'ın 'İkhwan' kaynaklı olduğu ve başında da seçkin ulemâ'dan Saîd Havva'nın olduğu belirtiliyordu..
Ülkemizdeki müslüman camianın seçkin isimlerinden olan ve dikkatli bir müslüman olarak bilinen (merhûm) Muammer Dolmacı da, o faciadan birkaç ay sonra gittiği Hama'yı anlatmıştı, bu satırların sahibine.. 'Kimsenin ne olduğunu doğru dürüst bilmediğini, ağır baskılara karşı, halka minarelerden bir sabah ezanı vakti 'qıyâ' çağrısı yapıldığını, bunun bir kıvılcımın bir cephaneliği havaya uçurması misalinde olduğu gibi bir sonuç doğurduğunu; ama, 120 km. kadar kuzeyde bulunan Haleb şehrindeki müslümanların bile böyle bir 'qıyâm' hazırlığından haberdar edilmediğini; sadece Hama'nın askerî birliklerce muhasara altına alındığını duyduklarını ve Hama'Faciası'nın korkunç boyutlarından ise, ancak günlerce sonra haberdar olduklarını' anlattıklarını aktarmıştı, merhûm Muammer Dolmacı ağabey..
(Daha sonra da, İkhwan-ul'Muslimîyn, Saîd Havva'yı 'Hama'da başına buyruk ve tedbirsiz hareket ettiği' gerekçesiyle, bünyesinden atmıştı.. Saîd Havva gibi bir âlim ise, 1984 yılında, Bağdad'da, Saddam'ın tertib ettirdiği bir uluslararası konferansta, bir konuşma yaptığını, Yüce Reis Saddam'ın da bu konuşmayı gözyaşları içinde dinlediğini' belirtmiş, Saddam'ın islam ve arab ümmetine yapacağı büyük hizmetlerden ümidli olduğunu dile getirmişti, hâtırâtında.. Bu arada, (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî'yi de kan dökücü, cellâd gibi ağır suçlamalarla anarak..
Halen hayatta olan ve çevresinde kendi çapında etkili olan bir hoca ise, 1985'lerde, Hacc mekanlarında karşılaştığımızda, Hama'da İran askerlerinin bulunduğunu bizzat gördüğünü iddia etmişti.. 'Onların İran'lı olduklarını nereden anladınız? Ve öylesine hassas bir askerî müdahalenin bulunduğu bir mekanda siz T.C. pasaportu taşıyan bir yabancı olarak hangi sıfatla bulunuyordunuz?..' diye sorduğumda ise, 'Oradan geçiyordum..' gibi bir baştansavma bir karşılık vermişti..
Daha sonraları ise, çeşitli İslamî mahfillerde, Saîd Havva'nın Hama Qıyâmı'ndan önce, İmam Khomeynî ile görüştüğü ve böyle 'qıyâm'dan haber verdiği; İmam'ın ise ona 'Hayır, harekete geçmeyin!..' diye telkinde bulunduğu; Saîd Havva cenahından yayılan iddialarda sözkonusu edilmişti. Ancak, öyle bir görüşmenin gerçekliğini ben o zamanlar kimseye doğrulatamamıştım. Ve öyle bir iddia gerçek olsaydı, muhtemelen, haberim olurdu diye düşünüyorum..)
*
Nureddin kardeşim, bütün bunları niye bu kadar teferruatıyla anlatıyorum?
Hama Faciası konusunda sorduğun soru, benim için yazındaki en can alıcı nokta da, onun için..
O facianın cereyan ettiği dönemdeki, 1980'li yılların başındaki bir İran düşününüz ki, Saddam Orduları güneyden kuzeye, 1200 km.lik bir cebhe boyunca, her tarafta İran içlerine doğru ilerlemeye çalışıyor ve bu ilerleyiş, bazı yerlerde 135 km.yi bulmuş vaziyette..
Qasr-ı Şirin, Hurremşehr, Huveyze, Dezful, Bûstan, Susengerd, Mehran, İslamâbâd-ı Garb gibi şehirler, ya işgal altında, ya yerle bir edilmiş, Abadân kuşatma altında.. Şirâz, İsfehan, Tebriz, Urûmiye, Hemedan, Qum ve başkent Tehran gibi büyük şehirler hava bombardımanları ve füze saldırıları altında dövülüyor, ve hergün savaş cebhelerinden, bazen hattâ yüzlerce değil, binlerce cenazeler gelmesinden ayrı olarak, bir de bu şehirlerdeki yüzlerce sivil insan da, o bombardımanların yıkıntıları altınca can veriyor.. Buna bir de içerdeki 'Halkın Munafıqları' olarak isimlendirilmeyi hak eden 'Mojahedeen-e Khalq' isimli ve benzeri silahlı mücadele teşkilatlarının suikasdlerini, bombalamalarını ekleyiniz..
Öyle bir durumda, kuzeyinde Sovyet Rusya komunist emperyalizmi, doğusunda yine Sovyet işgali altındaki Afganistan, güneyinde herbirisi 'Baasçı kâfir' olarak nitelenen Saddam ve rejimine her türlü desteği veren yığınla arab rejimleri, batı sınırlarının hemen ötesinde başlayan NATO'nun jandarması konumundaki General Kenan Evren Türkiyesi ve doğudaki Pakistan da Amerikan emperyalizmiyle içli-dışlı bir General M. Ziya ul'Haqq askerî rejimi tarafından kuşatılmış bir İran ülkesi ve İslam Cumhûriyeti nizamı..
Dış dünyadan alabileceği savunma silah ve malzemeleri için, rahat bir yer olarak sadece Suriye kapısı önüne açılmış bulunuyor.. Öyle bir durumda, İran kendi iç durumunu bile kontrol edemezken, Suriye'deki diplomatik temsilcilerinin Hama'da cereyan eden ve dünyadan gizli tutulmaya çalışılan o katliâmdan teferruatlı bir şekilde haberdar olmaya çalışmasının doğru olmayacağı bir yana, haberdar olduklarını da da sanmıyorum..
Çünkü, İran'ın diplomatik temsilcilerinin hem iletişim imkanları sınırlı; hem de, bütün çabaları İran'a intikal ettirilecek savunma malzemelerini bir an önce ulaştırmak idi..
Böyle bir durumda, o diplomatik temsilcilerin Hâfız Esed ve rejimini işkillendirecek tecessüs ve istihbarat derlemelerinden kaçınmasının bir tedbir olarak düşünülmesi de tabiî sayılmalıdır..
*
Unutulmasın ki, Lübnan- Trablus'da (merhûm) Şeyh Said Şaban liderliğindeki (sünnî bir hareket olan) Tevhîd Hareketi'nin giderek güçlenmesi karşısında Hafız Esed, Trablus şehrini de askerî yöntemlerle kuşatıp ezmeye kalkıştığında, İran, aylarca süren arabuluculuk çabalarından bir sonuç alamayınca, diplomatlarını Trablus şehrine sokarak, 'Yapacağınız bir müdahalede biz de hedef olacağız..' mesajını vererek o müdahaleyi frenleyebilmişti..
Hama'da ise, böyle bir ön hazırlığın olduğundan hiç bir işaret yoktu, ve bir anda patladı ve korkunç şekilde, hemen de bastırıldı.. Dünya seyirci kaldı değil, hattâ net olarak duymadı bile..
Gerek Beyrut'un Sabra ve Şetila kampları'ndaki binlerce Filistin'linin İsrail planlamasıyla Lübnan'lı marûnî hristiyan öldürtülmesi sırasında ve gerekse Suriye'nin Trablus'u aylarca muhasara altında tuttuğu o yıllara aid bir hatırasını bir İran gazetesinde yazan ve o zaman İran'ın Suriye büyükelçisi olup, orada bir bombalı suikadde ağır şekilde yaralanan ve daha sonra Mîr Huseyn Mûsevî Hükûmeti'nde İçişleri Bakanlığı'na getirilen (ve İmam'la yakın irtibatı olan) Ali Ekber Muhteşemî hatırâtında, 'Lübnan'da olan bitenler konusunda niçin sessiz kalıyoruz? Niçin ordumuzu göndermiyoruz?' diye İmam'a ağlıyarak yakındığını anlatmıştı.. İmam bu sözlerden son derece müteessir olur ve dışarı çıkıp avluda biraz dolaşır ve sonra der ki: 'Irak'la savaş halindeyiz.. Askerlerimizi Lübnan'a nereden ve nasıl geçireceğiz? Türkiye üzerinden uçaklarla askerî malzemeleri bile geçiremiyoruz.. Bir şekilde göndersek bile, Suriye'nin onların Lübnan'a geçişine izin vereceği kesin değil.. Geçtiklerini de düşünsek bile, onları takviye edemezsek, onları orada eritilmeye terketmiş olmaz mıyız? Bunun vebalini de düşündün mü?'
*
Nitekim, daha sonra, Lübnan”daki iç çatışmalarda müslümanlara yardımcı olması için, o yörenin iklim şartlarına ve çatışma bölgelerinde hizmet edebilecek şekilde bilgi donanımlı, birkaç yüz sağlık elemanı, Suriye'ye gönderildiğinde, Hâfız Esed rejimi, bu personelin bile -gerektiğinde savaş kabiliyeti olan inqılab muhafızları mahiyetinde olduğu gerekçesiyle- Lübnan'a geçmesine izin vermemiş ve onları aylarca, Şam'daki bir kışlada tutmuştu; yani, dolaylı olarak rehine almıştı onları..
Bu gibi engeller ise, İran Meclisi'nde bile tartışmalara konu olmuş ve Suriye'ye ihtiyacı olan petrolü parasız olarak vermek ve ayrıca yüzmilyonlarca dolar yardımda bulunmak gibi yollarla aşılabilmişti..
Demek oluyor ki..
İran'ın o günlerde, Hama Katliâmı'ndan haberdar veya onu engellemek imkanının olduğunu söylemek son derece zor..
Bunları (merhûm) İmam'ı zoraki savunmak zorunda kaldığım için yazdığım sanılmasın..
Bu vesileyle şunu da ekleyeyim ki, bir gün, İslam İnqılabı Mahkemeleri'nin ünlü başkanı (merhûm) Âyetullah Sâdıq Khalkhalî ile karşılaştığımda, Hama Faciası'na niçin ilgisiz sessiz kalındığını sormuştum.. O da savaşta kendilerine tek yardım kapısını açan Suriye'yi böyle bir sıkıntı ile ile karşı karşıya getirenlere kızgın şekilde, 'İkhwan niye öteki Amerikancı rejimlerin başını ağrıtmıyor da, Suriye'yle uğraşıyor? Çünkü Amerika bizi iyice kuşatmak istiyor..' demişti..
O şartlarda bu mazeret bile kabul edilebilirdi..
*
Ve amma, bugünkü Suriye ve bugünkü İran..
Tekrar belirtiyem ki, ne o zamanki şartlar var, ne o zamanki dünya dengeleri.. Ve ne de, başka mucbir, zorlayıcı ve kaçınılmaz başka sebebler..
Amerikan emperyalizmi sırf Suriye'yi değiştirmek istiyor değil.. Hattâ, dünkü Amerikancı rejimlerin yıkılmasından sonra müslüman halkların, seçimlerde İslamî eğilimli hükûmetler istediklerine dair somut sonuçlar ortaya koymaları üzerine, Suriye'de de benzer bir İslamî eğilimli düzene geçilebileceğinden endişe ederek, Beşşar Esed Suriyesi'ni bile tercih edecek noktaya geldi, emperyalist dünya.. Çünkü, 20-30-40 küsur yıllak diktatörlüklerin herbirisi devrildiler, ve bunların içinde, Mısır, Tunus ve Yemen gibi Amerika'yla sıkı işbirliği içinde olanlar da vardı.. Gaddafî ise, Batı'ya, 'Ben olmasam bütün Kuzey Afrika İslamcı cereyanların eline geçer, benim kıymetimi bilin..' diye açıkça hizmetçilik sunup, onlar tarafından yıllar öncesinden beri bağışlanmıştı bile..
Ve amma, sonunda, 25-30 ve hatta önceki uzantılarıyla birlikte 60 yıllık Tunus ve Mısır rejimlerini kısa sürede deviren sosyal tsunami dalgası Libya'ya da ulaşınca, ve binlerce sivil insan katledilmeye başlanınca.. Kendilerine bir zaman kafa tutan Gaddafî'ye ders vermek fırsatının ortaya çıktığını düşünen NATO emperyalizmi devreye girdi..
Bütün bu gelişmeler sırasında da, İİC makamları ve medyası, bütün o gelişmeleri de inqılabçı dalga ve müslüman halkların uyanışı olarak selamlarken, o dalgalar Suriye'ye ulaşınca..
Bu inqılab rejiminin, hem de, aylardır sivil yerleşim merkezlerini ve binlerce sivil insanı da, birtakım silahlı güç odaklarının olduğu gerekçesiyle imha eden ve bütün Suriye'yi Hama Katliâmı'nın tekrarlanması için kendisine yeni bir hareket sahası olarak seçen Baas rejiminin yanında yer alması?!!
*
Anlama özürlü isem, mes'ele yok..
Evet, 'filan makamda olanlar asla hata yapmaz' veya 'Biat et, rahat et, büyüklerimiz elbette bizden iyi düşünür, düşünen beyinlere zararlı fikirler üşüşür..' / 'Stratejik gerekler için, gerekirse mağdur ve mazlum halklar da kobay olarak kullanılabilir..' mantığıyla, ve inandırıcı bir gerçeğe dayanmayan, 'İsrail karşısındaki direniş cebhesi zaafa uğramasın..' gibi yaldızlı, amma gerçekleri yansıttığına inanmadığım söylemlerle, Suriye halkına değil, o halka yarım asırdır tahakküm eden bir askerî yönetime ve 42 yıllık Esed Khanedanı ve Baas partisi organizasyonun diktatörlüğüne arka çıkılmasını anlamıyorum.. Hele, bu yapılırken, Hizbullah ve bugünkü Irak rejiminin de Suriye Baas rejiminin hizmetine sürülmesi?!
O Mâlikî ve Hizbullah liderleri ki, yıllarca Baas ideolojisini bir küfür hareketi olarak nitelemişlerdi, doğru olarak; tıpkı Saddam'ın da yıllarca 'Baasçı kafir' diye nitelenişinde olduğu gibi..
Bütün bunların İsrail'e karşı direniş cebehesini güçlendirmek adına yapıldığının iddiası ise.. İsrail rejiminin, karşı konulması neredeyse imkansız bir heyula, bir gulyabanî halinde gösterilmesine ve dolaylı propagandasının yapılmasına da vesile olmaktadır.. Bunun içindir ki, müslümanlar arasında, kendisi gerekçe gösterilerek Suriye üzerinde yapılan bu tartışmalardan İsrail yetkilileri ve bütün siyonist, emperyalist ve laik çevreler, bir de memnundurlar herhalde..
*
Geçmişteki gibi çok özel savaş şartları bugün yok..
Kaldı ki, Türkiye bile, bugün, birkaç yıl öncesinde tahmini bile edilemiyecek şekilde, İsrail rejimiyle ilişkilerini temkinli bir şekilde gevşetmiş, bütün askerî anlaşmaları en azından askıya almış ve bu hususta Amerika'nın ve bütünüyle NATO dünyasının taleblerine, baskılarına direnen bir noktaya gelmiş bulunmaktadır..
Dahası, her ne kadar İran medyasında, 'İslam-ı Amerikaî/ Amerikancı İslam' ibaresi yerine, manşetlerde artık, Tayyib Bey'in soyadını kullanarak yeni bir aşağılama kampanyası geliştiriliyor olsa bile, uluslararası zeminlerde, İran'ın -hele de nükleer teknolojiye ulaşmak yolundaki çabalarından dolayı- haklılığını ısrarla ve cesaretle savunan bir Türkiye var ve bu haliyle, bu hükûmet, halkının yarıdan fazlasının desteğini alacak kadar da güçlüdür.. Böyleyken, İran'ın Türkiye ile işbirliğini hafife alıp, halkının inanç değerlerine ve haklı taleblerine bütünüyle kulak tıkayan bir Baasçı diktatörlük rejimiyle işbirliğini öncelemesi, evet, anlamakta zorlandığım bir durum..
Bu 'yüksek' (?) siyaseti sağlıklı bulmuyorum. Hele de, Suriye Baas rejiminin, Hama Faciası'nı 30 yıl sonralarda, ülkenin her tarafında tekrarlayarak, sivil halk kitlelerini ve yerleşim birimlerini, şehirleri bombardımanlar altında ezerken, İran'ın bu duruma, artık, son zamanlarda daha bir net ifadelerle ve stratejik gerekçe adı altında kesin destek vermesini anlayamıyorum.
*
Ve bu siyasetin kesinlikle yanlış olduğuna ve müslümanların büyük ekseriyetinin kalbini kederlere garkettiğine inanıyorum. 'İran makamları her ne yaparlarsa yapsın, bize itaat etmek düşer..' gibi sorgulamasız, düşüncesiz, çarpık sevgi ve bağlılık anlayışlarıyla hareket edilmesini de kabullenemiyorum.
Nureddin kardeşim, İran'ın bugünkü Suriye siyasetinin yanlışlığına karşı, o büyük İnqılab'ın geçmişinde yapılan nice fedakârlıkların, ne büyük çileler çekmiş olan büyük şahsiyetlerin hukukunun korunması gerektiğini de zımnen hatırlatıyorsun..
O acıların, o ateşlerin içinde fiilen de bulunan birisi olarak; belirtmeliyim ki, insanlar arasında farklı görüşler olabilir.. Ama, birilerini kutsal bilince, onun emirlerini kutsal ve tartışmasız doğru kabul edince..
İmam'ın, Muntezerî'lerin, Beheştî'lerin şahsında yüzbinlerce İslam askerinin hâtırâsına saygısızlık yapmak durumundan olanca dikkatimle kaçındığım ve bunun için büyük çapta suskunluğu tercih ettiğim gibi; on yıllar boyunca 'salavat'larla karşılanan nicelerinin bugün Yezid karargâhı'na, Ömer-i Saad karargâhına kaydolmuş kimseler gibi değerlendirilmesini ve üst yönetici kadronun dışında kalan hemen bütün eski inqılabçı kadroların potansiyel birer suçlu, hattâ hain ve zıdd-ı inqılab gibi suçlamalara mâruz kalmasını da sağlıklı bulmuyorum.
Şunu da ekliyeyim ki, bir müslüman olarak, yaptığım değerlendirmelerin, inancıma zarar vermemesini daima bir zihnî fren olarak gözönünde bulunduruyor ve nice yanlışların da, birilerinin elinde kötüye kullanılmaması adına sözkonusu edilmesinden de uzak durmaya çalışıyor ve Yûnus'un 800 yıl öncelerdeki sözünü tekrarlıyorum:
'Şeriat edebinden korkaram söylemeğe, / Yoğ ise eydür (söyler) idim, nice ayruksu haber..'
Nureddin kardeşim, onyıllardır tanıdığım seni, hep taşkın heyecanlı birisi olarak niteledim.. Bu heyecanların sahis çizgilerde kullanılması elbette ki, çok güzeldir..
Tamam, ama, bu heyecanını başka alanlarda kullandığın gibi, Suriye'deki Baas ideolojinin ve Baas diktatörlüğünün kurbanlarının mazlûmiyet feryadları karşısında da, bazılarının devletçilik refleksi ve stratejik gerekler adına göz yumduğu zulümler karşısında da göstermeni isterim.. 'Onlar, mazlum olarak nitelediklerin kim, biliyor musun?' diye sorabilirsin..
Farz-ı muhal, hiçbir şey olmasalar bile; en azından, kendilerine tahakküm eden zorba bir ideolojiye ve ona bağlı olanların örgütlediği yarım asırlık cinayet mekanizmasına karşı çıkan mazlûm insanlar.. Ve en azından, yönetmek hakkını haiz olmadıkları halde, kendilerine pranga vuran zorba yönetimlere ve yöneticilere karşı çıkıyorlar.. İİC, bu konuda Suriye'nin tâgûtî rejimini, diktacı / zorba sistemini ve ideolojisini direkt olarak hedef alamasa bile, hiç değilse, kendisinin asıl irtibatının Suriye halkının istekleri olduğu gibi diplomatik ifadelerle, bu zulme açık destek vermekten kenarda durabilirdi..
Ama, haydi İİC'nin stratejik gerekçeleri var, sen bu gerekçeleri esas alarak ve geçmişten örnekler vererek, nasıl zoraki te'villerle kendini teselli edebiliyorsun, anlamıyorum..( Kaldı ki, yazında dile getirdiğin ve o dönemin Ortadoğu'sundaki bazı gelişmeler ve İmam'ın bazı tasarrufları konusuna aid değerlendirmelerinde kullandığın argumanların bir kısmını sen veya ben yanlış hatırlıyor olabilirim; onu da belirteyim..)
O mazlûm kitleler bombardımanlar altında can verirken, onların hâlâ, emperyalistlerce kandırılmış kitleler olarak gösterilmesinde senin âlet olmanı da kabul edemiyor ve girdiğin yanlış kulvarda herşeyi yoketmek pahasına ve inadla koşmaktan kendini çekemediğini düşünerek elem duyuyor ve en azından, 'Ben bu stratejik gerekçeler adına, bu zulümlere destek veremem..' deyip, kenara çekileceğini bekliyorum. Gerekirse, suskun kaldığın veya aykırı düşündüğün takdirde, birilerinin uyduruk kutsallarına karşı çıkan bir sapkın olarak suçlanmayı da göze alabilmelisin..
*
Yazında sözünü ettiğin konuları konuşmak istemiyorum.. Ama bilmeni isterim ki, ideallerimi asla kaybetmedim.. İdeallerimin ne çetin imtihanlardan geçmekte olduğunun da farkındayım.. Bunları söylerken, elbette ki, kendi kanaatlerimin doğru olduğuna inanmak ve onları savunmak kadar; başka müslümanların da kendi görüşlerinin doğruluğunu iddia etmek ve savunmak hakkının bulunduğunu hatırlatıp, onların da kendileri gibi düşünmeyen diğer müslümanlara aynı çerçevede bakabilmelerini diliyorum..
Vesselamu aleykum ve rahmetullah ve berekatu..
22 Şubat 2012
Selahaddin Eş / Çakırgil
*
Bu yazıma karşılık, Nureddin'in cevabî yazısı da şöyleydi:
İmam Hamenei'nin Beli Kırıldı Selahaddin Ağabey...!
23.02.2012,
Aleykum Selam Selahaddin Ağabey,
Selahaddin Ağabey’in yazısına cevaben yazdığım “Selahaddin Eş Ağabeyime Serzenişimdir” başlığı altında yazdığım yazıya, Selahaddin ağabeyden uzunca bir cevap geldi.
Selahaddin ağabeyin bu cevabını “Selahaddin Eş Suriye ve İran İlişkilerini Anlatıyor” başlıklı haberimizde okuyabilirsiniz.
Selahaddin ağabeyin muhabetle yazdığı bu yazısına ben de saygıyla bir cevap yazmak istiyorum.
Öncelikle, bizim de az-çok bildiğimiz bazı hususları kapsamlı ve aydınlatıcı bir şekilde ortaya koymuş olmasından dolayı Sehaddin ağabeyime teşekkür ediyorum. Zira kendisinin bu yazısında anlattığı tarihi gerçeklerden birçok şey öğrendim, tekrardan bütün kalbimle teşekkür ediyorum.
Selahaddin ağabey yazısında, "İran-Suriye ilişkileri"nin hangi saiklerle nasıl geliştiğini çok güzel bir şey ortaya koydu. Buradan da görüleceği üzere, İran İslam Cumhuriyeti bir taraftan Eflakçı Saddam rejimiyle savaşırken, -ki Selahaddin ağabeyin de belirttiği üzere bu tahmili savaşta, bütün dünya ve Arap rejimleri Saddam’ın arkasındaydı- diğer taraftan da, Suriye Baas rejiminin Saddam’la olan liderlik çekişmesinden istifade etmiş ve bundan daha çok Lübnan’da İslami direnişin ortaya çıkması için yararlanmıştı.
Zira hem İmam Humeyni’nin hem de İslami İran mesullerinin dilinde Irak baas rejimi “Eflakçı kafir rejim”di. Bu noktadan baktığımızda, bu niteleme aynı zamanda diğer baas rejimi olan Suriye rejimine de şamildi. Ancak İmam Humeyni ve İran İslam Cumhuriyeti mesulleri, doğrudan Suriye rejiminin ideolojik ve politik yönünü hedef alan açıklamalardan kaçınmışlardı.
Salahaddin ağabey, yazısında çok önemli bir olayı aktarmakta. Suriye rejim güçleri, Lübnan’daki Şeyh Said Şaban liderliğindeki Sünni İslami Tevhid Hareketi’ni yok etmek için Trablus kentini kuşattığında, İran İslam Cumhuriyeti bu saldırıyı önlemek için diplomatlarını “canlı kalkan” olarak Trablus kentine gönderiyor. İran Suriye rejimine şu mesajı vermiş oluyor: 'Yapacağınız bir müdahalede biz de hedef olacağız..'
Biz yazımızda da belirttiğimiz üzere, Trablus kentinin korunması için İmam Humeyni, İslam Cumhuriyeti’nin en üst yetkilisi olarak dönemin cumhurbaşkanı Seyyid Ali Hamenei’yi Şam’a göndererek, Suriye rejim güçlerinin büyük bir katliamını önlüyordu.
Dolayısıyla, İran İslam Cumhuriyeti, kendisini Lübnan’daki Sünni Tevhid Hareketi’ne siper edinerek, Suriye rejimine karşı Sünni Müslümanlara yönelik bir katliamın önüne geçiyordu. Bu girişimin başındaki isim de dönemin Cumhurbaşkanı olan İmam Hamenei idi.
Bu vesileyle burada İmam Hamenei’den iki örnek dana aktarmak istiyorum. Ki bu örnekler bizim Veliyy-i Emr-i Müslimin olarak İmam Hamenei’ye olan muhabbetimizin temel sebeplerindendir.
1992 yılında, Merhum Aliya İzzetbegoviç önderliğinde Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan ettiğinde, Avrupa’nın ortasındaki bu İslam yurdu Sırpların emsalsiz bir barbarlığı ile karşılaştı. Masum ve savunmasız Bosnalı kardeşlerimiz soykırıma uğrarken, esir kamplarına götürülen kadın-erkek binlerce Bosnalı Müslüman da insanlık dışı ve vahşice eziyetlere uğruyordu. Kuşatılan Bosna’nın savunmasızlığı Çetnik Sırp çetelerini daha da cesaretlendiriyor, kelimenin tam anlamıyla Bosna-Hersek, bir baştan bir başa kan gölüne dönüyordu.
Bosna Hersek’in karşılaştığı bu insanlık dışı soykırımlar üzerine İmam Hamenei, siyasi baş danışmanını Ali Ekber Velayeti’ye, “Bosna’da yaşanan hadiseler belimi kırdı. Bosna’nın savunulması için askeri, ekonomik, siyasi, insani her yoldan gereken her şey yapılsın!” diyor.
İmam Hamenei’nin bu talimatı üzerine İslam Cumhuriyeti’nin askeri ve siyasi erkanı Bosna-Hersek için seferber oluyor. Kuşkusuz ki, Bosna’ya yapılacak ilk yardım da “askeri yardım” olacaktı. Bunun için İslam Cumhuriyeti’nin en tecrübeli savaşçıları, komutanları Bosna’ya gönderilerek, hem askeri danışmanlık, hem eğitim, hem de operasyonel olarak cephelere intikal ettiriliyordu. Bosna cephesine silah ve cephane sevkiyatı yapılıyor ve bu süreçte İslam devriminin en gözde savaşçıları Bosna cephesinde şehid oluyordu.
"Belim kırıldı" sözünü ilk söyleyen Seyyidüşşüheda Hz. Hüseyin idi. Meydanda savaşan kardeşi Hz. Abbas'ın şehid olması üzerine, kardeşinin yanına giden İmam Hüseyin "şimdi belim kırıldı" diyerek acısını dile getirmişti. İmam Hamenei de, Bosna'da müslümanların uğradığı soykırım üzerine aynı ifadeyi kullanarak, İslam cumhuriyeti'nin bütün gücüyle Bosnalı müslümanların yardımına koşmasını emretmişti.
İran İslam Cumhuriyeti ve İmam Hamenei’nin tek hedefi, Bosnalı Müslümanların ve Avrupa’nın ortasındaki bu "Sünni İslam yurdu"nun savunulması idi. Nitekim 1993 yılında Sarayova’da bulunduğumuz sırada, Türkiyeli mücahid kardeşlerimizle Gazi Hüsrev Begova Camiine Cuma namazına gittiğimizde, Suud rejiminin halka ve cemaata dağıtılmak üzere Sarayova’ya gönderdiği Boşnakça kitaplarda, “Şiilerin Müslüman olmadığı” iddiaları yer alıyordu. Bu durumu Sarayova’daki Hamid adlı bir İranlı kardeşimize aktardığımızda, aldığımız cevap “bizim burada bulunuşumuzun tek bir sebebi var; o da Bosnalı kardeşlerimizin savunmasında yardımcı olmak. Bunun dışında kim ne yaparsa yapsın bizim onlarla bir işimiz olmayacak” olmuştu.
Suud rejimi ve onların ücretli elemanlarının İslam İnkılabı’nın zaferinden sonra yaptıkları hep bu oldu. O dönemlerde meşhur Rabıtatu’l Alemu’l İslami adlı kuruluşu vasıtasıyla “mebusin” adlı ücretli elamanları vasıtasıyla bütün İslam dünyasında, İslam Cumhuriyeti, İmam Humeyni ve Şiilik aleyhtarı propagandalarını sürdürüyordu. Öyle ki, bu propaganda çalışmalarının biri de, 1985’li yıllarda İstanbul Beyazsaray kitapçılar çarşısında bir kitabevinin önüne yığılmış binlerce “El Hututu’l Arızi Fi Şiatu’l İsna-i Aşeriyye” adlı, Muhibiddin el Hatib adlı yazara ait kitaptı. Kitaptan bir tanesini satın almak istediğimizde, kitapçı bize, bunun ücretsiz olduğunu söylemişti. Çünkü Suud’un Rabıta’sı bu kitaplardan milyonlarcasını her dilde bastırmış, ücretsiz olarak dağıtılması için gereken finans desteğini sunmuştu.
İşte,yukarıda anlattığımız üzere, 1992 yılında Sünni İslam yurdu Bosna-Hersek’te yaşanan soykırımlardan dolayı “belim kırıldı” diyen İmam Hamenei’nin İslam Cumhuriyeti’nin bütün askeri ve siyasi güçlerini Bosna için seferber ettiği sırada, Suud rejimi ve işbirlikçileri de böylesi bir propagandayı alabildiğince yaygınlaştırıyordu. Ki savaşın en zorlu anlarında bile bir kuru ekmek bulmakta güçlük çeken Bosnalı Müslümanlara dağıtılmak üzere bu kitaplardan gönderilmişti…
Gel gör ki, bugün de İran İslam Cumhuriyeti’ne yönelik mezhepcilik iddialarının arkasındaki Suud rejimi, şimdi de aynı propaganda unsurlarını devreye sokarak, İslami İran ve İmam Hamenei hakkında yoğun bir karalama çabasını sürdürmekte. İslam ümmetinin zenginliğini kendi habis saltanatları, şehvet ve safahatları için kullanan bu hain, hırsız ve soysuz Suud rejimi, patronu ABD ile birlikte Müslümanlar arasında Şii-Sünni ayrışması ve çatışması çıkarmak için her tür komployu sahneliyor.
İmam Hamenei’den aktarmak istediğimiz ikinci husus ise, siyonist İsrail rejiminin 2010 yılında Gazze’ye yönelik başlattığı soykırım saldırıları sırasında, Bosna savunmasında olduğu gibi, aynı hassasiyet ve sorumlulukla bu kez Gazze’nin savunulması için İslam Cumhuriyeti’nin askeri güçlerini seferber etmişti.
Bizler bu hususu genel olarak ifade ediyorduk. Zira, 22 gün savaşının hemen ardından Tahran’a giden Hamas lideri Halid Meşal, İmam Hamenei ile görüşmesinde “bizim bu zaferimizde en büyük pay size aittir” diyerek minnettarlığını belirtiyordu.
Meşal’in bu sözleri, genel anlamda İslam Cumhuriyeti’nin Gazze’nin savunulmasına verdiği desteği ifade ediyordu. Ama İmam Hamenei’nin “biz Filistin’e de Lübnan’a da müdahale ettik ve sonuç zafer oldu” demesiyle, “Furkan savaşı” olarak adlandırılan 22 Günlük Gazze savaşında, İran İslam Cumhuriyeti’nin askeri olarak yer aldığı da beyan edilmiş oldu. Böylelikle Halid Meşal’in “bizim bu zaferimizde en büyük pay size aittir” sözünün ne anlama geldiğini daha iyi anlamış olduk…
Zaman, İran İslam Cumhuriyeti’nin Sünni müslümanların yükselttiği Filistin İslami direnişine, özelde Gazze savunmasında nasıl bir rol üslendiğini daha ayrıntılarıyla bizlere öğretecektir...!
İmam Hamenei’nin Bosna ve Gazze savaşlarıyla ilgili tutumunu aktarmamızın sebebi, Lübnan Trablus kentindeki İslami Tevhid hareketi’nin savunulması için İran’ın nasıl bir fedakarlık yaptığına, özelde de İmam Hamenei’nin Şam’a giderek, Suriye rejiminin Müslümanlara yönelik katliamı nasıl önlediğine, ek örnekler vermekti…
Şimdi günümüzde, Suriye üzerinden birtakım kişi ve çevreler tarafından dünya müslümanlarının böylesi mihriban babası İmam Hamenei'nin şahsiyetine yönelik çirkin niteleme ve hakaretlerde bulunması, hangi vicdan ve insaf ehlinin zoruna gitmez..? Bizi bu konuda hassas kılan asıl etken, bir Veliyy-i Fakih olarak İmam Hamenei'yi kutsallaştırmamız ve dokunulmaz kılmamız değil; bilakis, hakkaniyet, adalet, insaf, edep, ahlak esaslarının ayaklar altına alınmasına tepki göstermemizden dolayıdır...
İmam Hamenei'nin Şer'i konumu ve rehberiyeti, müslümanların sorumluluk ve yükümlülükleri, bunların içeriği ve sınırları ayrı bir mütalaa konusudur. Buna bir başka yazımızda değiniriz. Ancak, İmam Hamenei'ye yönelik kirli propagandalara olan tepkimiz, onun rehberiyetine olan bağlılığımız dolayısıyla değil, hakk ve adalet için şahidlik yapma sorumluluğumuzdandır. Bunu mezhep, kavim, hizip ayrımı yapmaksızın İslam ümmetinin liderleri, mürşidleri için de yapmaktayız. Bu cümleden olmak üzere şehid İmam Hasan el Benna, Cemaladdin Afgani, Şehid Seyyid Kutub, Allame Mevdudi, Bediüzzaman Said Nursi, Prof. Dr. Necmeddin Erbakan, Şehid Ahmed Yasin, Halid Meşal, Ramazan Abdullah Şallah ve daha birçok şahsiyet için yaptığımızı, hepsine nasıl bir minnettarlık içinde olduğumuzu ve bunu her vesileyle dile getirdiğimizi dostlar bilmektedirler.
Bu vesile ile, Milli Görüş hareketi lideri Merhum Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocamızı, hakka yürüyüşünün birinci yıldönümünde rahmet, minnet ve şükranla yad ediyor, Allah Tebareke ve Teala'dan onu peygamberlere, sıddıklara, salihler ve şehidlere komşu kılmasını niyaz ediyorum...
Şimdi tekrar Suriye meselesine dönecek olursak:
Selahaddin Ağabey “Hama Faciası”nın nasıl ortaya çıktığını, bu katliamdan dolayı da İslam Cumhuriyeti’nin muaheze edilemeyeceğini detaylı ve öğretici bir şekilde anlattı yazısında.
Zira, İslam Cumhuriyeti ve İmam Humeyni’nin, Suriye İhvan-ı Müslimin’ine böyle bir harekete kalkışmamalarını söylediği de belirtiliyor. Zaten o koşullar altında İslam Cumhuriyeti’nin stratejik ve jeo-politik engeller dolayısıyla Suriyeli müslümanlara fiilen yardım edebilmesi de mümkün değildi. Ayrıca, Hama faciasının yaşanmasında, dönemin İhvan liderliğinin sorumluluğu da göz ardı edilemez. Yine aynı şekilde Said Havva’nın Ürdün ve Irak rejimleriyle kurduğu bağın, Saddam rejimine verdiği desteğin ve İmam Humeyni ve İslam Cumhuriyeti hakkında kullandığı ifadelerin, “El Humeyniyye” adı altında yazdığı tekfirci kitabın, kendisinin hiç de iyi niyetli olmadığını, bilakis bölgesel bir komplonun baş aktörlerinden biri olduğunu açıkça gözler önüne seriyor.
Ancak bugün Suriye ihvanı adına televizyon ekranlarından İran İslam Cumhuriyeti’ni “düşman” ilan eden şahısların öncelikle Hama olaylarındaki sorumluluklarının hesabını vermelerini bekliyoruz. Kendileri ile yüzleşmeye de hazırız. Eğer kendileri bu iddialarını ispatlayabilirlerse ortaya sürdükleri delilleri olduğu gibi yayınlarız. O zaman daha detaylı olarak konuyu ele alma fırsatımız da olur.
Nitekim Selahaddin ağabeyin yazısından da bunu anlayabiliyoruz.
Selahaddin ağabey, 1982 Hama olayları dolayısıyla bugün çeşitli zeminlerde, internet ortamlarında yazılıp söylenenlerde, İslam Cumhuriyeti ve Merhum İmam Humeyni hakkında yazılan ve söylenenleri görüyorsa eğer, sanırım ortada nasıl bir kara propagandanın ve zalimce bir psikolojik savaşın sürdürüldüğünü de takdir edecektir.
İşte bu noktada, Selahaddin ağabeyin tanıklığına olan ihtiyacımızı belirtmemiz de bundandır. Konular konuşuldukça daha birçok hakikat gün yüzüne çıkacak, kimin haklı kimin haksız, kimin zalim kimin mazlum olduğu daha bir belirginlik kazanacaktır.
Ancak, bizleri “hamaset yapmak”la suçlayan birtakım çevrelerin, tüm bu gerçekliklerin üzerini örterek geceli gündüzlü “kan hamaseti” yapmaları, onların gerçekte hangi niyetleri taşıdığını ve neyin peşinde olduklarını da daha anlaşılır kılıyor. Bizim itirazımız da, feveranımız da bunadır.
Selahaddin ağabeyin yazısının ikinci bölümüyle ilgili değerlendirmemizi bir sonraki yazımıza bırakıyoruz...
Bir vesileyle bize bu meseleleri tavzih ve tasrih etme fırsatını verdiği için de, Selahaddin Eş ağabeyime tekrardan teşekkürlerimi sunuyor; Allah subhanehu ve Teala'dan sağlık ve esenlikler niyaz ediyorum.'
Evet, Nureddin kardeşimizin yazısı da böyleydi..
Bu konudaki tartışmaların geldiği nokta böyle..
***
Aslolan, 'Ebu Cehl'e düşman olmak değil, Resulullah (S)'a dost olmak'tır!
Bu vesileyle belirteyim ki, bir kısmı, itiqadî bağlılık ve hattâ saplantılarla ilgili, ve de İİC'deki uygulamada bile asla uymayan, ve yorum adı altında öyle yazılar yazılıyor ki, insan hayret ediyor.. Bunlara ek olarak, eleştiri ile hakaret arasındaki farkı göremiyenler kimseler ise, bir takım müstear isimlerin ardına sığınarak, şeref ve haysiyet celladlığına kalkışıyorlar; benim İran'da ticaretle meşgul olduğum gibi iddialarda bulunmaktan bile çekinmiyorlar..
Velfecr'den daha sonra -hatırlatmam üzerine- kaldırılan böyle bir iftirada, benim 'İran'da ticaretle meşgul olduğum' bile yazıldı. Eleştiriyle hakareti karıştıranlara belirteyim ki, hayatımda hiçbir zaman 'ticaret' mesleğiyle meşgul olmadım.. Her türlü akçeli işlerden de hep, -velev ki, maddî açıdan zarara uğrasam bile- olabildiğince uzak durmaya çalıştım..
Bu yorumlardaki itiqadî tartışmalara değinmeyeceğim. Çünkü, inançlar tartışılamaz. O gibi konular kalbî bir tasdik ve itminan mes'elesidir.. Kimse kimsenin kalbine zorla hükmedemez..
Bu yorumlarda dile getirilen diğer sorular ise, genelde, 'İran bugün de 1982-Hama Katliâmı günlerindeki gibi yine kuşatılmışlık içinde değil mi?' kabilinden.. O zaman topraklarını bile savunmakta zorlanan bir İran'ın başka bir ülkenin iç mes'elesiyle ilgilenebilecek durumu yoktu.
Buna rağmen, bazıları, İmam Khomeynî'yi yüceltmek adına, onun Hama'dan haberdar olduğunu iddia edebilmekteler. Ben onlar kadar bilgi sahibi değilim.
Yazdıklarım doğru olduğuna inandıklarımdır. Başta inancıma zarar vermemesi kaygusu olmak üzere, kendime göre geçerli gördüğüm gerekçelerle her doğruyu yaz(a)mamış olsam bile..
Ama Suriye Buhranı ile ilgili olarak, bir takım stratejik uzmanlık havalarına girmeye kalkışmadan belirtmeliyim ki, bugün orada olan, bir halkın, kendilerini yarım asırdır ezen bir diktatörlük uygulamasına karşı ayağa kalkma çabasıdır.. Böyle bir durumda, sırf kendi maslahatı için diktatörlük rejimine açık destek verilmesi, emperyalist ülkelere yakışabilir, ama, İslam'ın insan anlayışı açısından kabul edilemez.. Bu noktada bazılarının ikide bir tekrarladıkları, 'Hayır Suriye'de sadece reform sürecine destek veriliyor..' gibi iddialar, İİC sorumlularının en üst kademeden yaptıkları açıklamalarla tekrar tekrar geçersiz hale getiriliyor..
Bir konuda, çeşitli sebeblerle sebeplerle, karşıtlarımızla da paralel bir noktaya düşmüş durumda gözükebiliriz.. Aslolan, Ebu Cehil'e düşman olmak değil, Resulullah (S)'a dost olabilmektir..
Çünkü, Ebu Cehl'e düşman olan, Resulullah'a dost olabileceği gibi, düşman da olabilir.. Bu bir ihtimaldir.. Ama, Resulullah (S)'a dost olan, Ebu Cehl'e otomatik olarak ve mutlaka düşman olur.. Bu bakımdan, birbirimizi, yok, Amerikan emperyalizmiyle, yok Rus emperyalizmiyle, Çin emperyalizmiyle vs. emperyalist veya siyonist odaklarla işbirliği yapıyorsunuz gibi suçlamalara gitmeden, önce bulunduğumuz ve bulunmamız gereken nokta ve safı sağlıklı olarak belirlememiz gerekmektedir..
Önce temel ahlâkî prensiplerimizi, ilkelerimizi belirleyip, maslahat ve stratejilerimizi de ona göre belirlemek esas olmalıdır.. Aksi halde, fayda ve maslahatımız her nerede ise, o tarafa yönelmek gibi bir pragmatizmin pençesinden kurtulamayız..
YAZIYA YORUM KAT